İSTANBUL (AA) - GÜLSÜM İNCEKAYA - Princeton Üniversitesi Tarih Profesörü Şükrü Hanioğlu, Türkiye'nin Soğuk Savaş döneminde Orta Doğu ve Balkanlar'da NATO'nun bir temsilcisi gibi davrandığını belirterek, ''Türkiye, tek kutuplu dünya düzenine geçildikten sonra bölgesel bir güç olarak ortaya çıktı. Nasıl Orta Doğu'dan uzak duracaktı, Bu coğrafyanın bir parçası. 'Bizim bu insanlarla, bu devletlerle farklı ilişkimiz olması lazım' demeye başladı. Daha önce olmayan kanallar açıldı. Bu da bölge halklarının Türkiye'ye bakış açısını olumlu yönde değiştirdi.'' dedi.
Amerikan Princeton Üniversitesi Tarih Profesörü Hanioğlu, AA muhabirine verdiği mülakatta, Osmanlı'dan günümüze dünya tarihinin kırılma noktalarını, Orta Doğu'da bugün yaşanan krizlerin sebeplerini,Türk-Amerikan ilişkilerini, Orta Doğu ve Balkanlar'da değişen Türk algısını, yeni kurulan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ni ve genç tarihçilere tavsiyelerini anlattı.
Hanioğlu'na yöneltilen soru ve cevapları şöyle.
Hocam, yaşadığımız coğrafyada geçmişten günümüze baktığımızda en ciddi kırılma noktaları neler?
Hanioğlu: "Tabii birçok kırılma noktası var. Ama şu anda ne olduğunu anlayabilmek için başvurabileceğimiz en önemli kırılma noktası Birinci Dünya Savaşı. Çünkü Birinci Dünya Savaşı’na kadar olan dönemde birkaç yüz yıllık bir düzen var. Bu düzenin sorunları var mı yok mu o başka bir konu. Ama iyi, kötü belli şekilde işleyen, kendini değiştiren, mesela Tanzimat değil mi, sonunda bütün sistemi değiştiren, ilişkileri değiştiren birtakım kırılma noktaları var. Ama sonunda bir devamlılık söz konusu. Yani değişim de var ama devamlılık da söz konusu. 1914’ün getirdiği kırılma noktası, yani 1918’den sonra oluşturulan yeni Orta Doğu’ya bakacak olursanız bu artık bambaşka bir yer. Bunu 1914 öncesine bakarak hiçbir şekilde anlayamıyorsunuz. Bu bambaşka bir düzen ve hatta şu anda geldiği nokta bir düzensizlik. Statüko yokluğu diyebileceğimiz bir şey var bu bölgede. Bunun kırıldığı yer de aslında 1914."
Milat olarak almamız gereken değişim ve dönüşüm sırası nedir sizce?
Cevap: "Bence tabii 1914. Yani burada tabii sonunda bir imparatorluk vardı. İki şey: 1-Balkan harpleri. Sonunda Osmanlı Devleti’ni büyük çaplı bir devlet olmaktan çıkardı. Balkanlarda bir statüko oluştu. Hemen akabinde gelen Birinci Dünya Savaşı da Orta Doğu’nun yarısı diyebileceğimiz bir büyüklükteki bir bölümünün tek idare altında bulunmasına son verdi ve burada yeni yapılar oluşturdu. Yani günümüzden bakacak olursak iki büyük kırılma noktası bunlar. Ama daha da geriye gidecek olursak, Osmanlı bu bölgeye nasıl geldi, Türkler bu bölgeye nasıl geldi, başka kırılma noktaları da bulursunuz. Ama günümüzden ve epey geriye gidebileceğimiz bir noktaya kadar olan geçmişten baktığınızda ilk kırılma noktası 1914. Yani Balkan Harpleri ve Birinci Dünya Savaşı."
''Sykes-Picot, Sazanov uzlaşması bölgede yeni devlet oluşturdu''
Bugün yaşananları daha doğru anlamak adına tarihin hangi dönemine kulak kabartmak gerekiyor?
Hanioğlu: "Bugün yaşananları anlayabilmek için asıl 1916’dan itibaren yani Sykes-Picot, Sazanov uzlaşmasında itibaren Orta Doğu’ya nasıl şekil verildiğine bakmamız gerekiyor. Biliyorsunuz 1916’da Sykes-Picot yani daha doğrusu biri İngiliz biri Fransız uzman, uzman dememiz daha doğru çünkü kendisi Osmanlı İmparatorluğu'nu birkaç kere ziyaret etmiş bir insan, hatta Osmanlı bürokratlarını yetiştirmek için okul planı yapmış olan bir insan. Yani bölgede özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun Asya toprakları üzerinde çok ciddi bilgi sahibi olan bir uzman. Picot da Fransız bir diplomat. Bunların uzlaştığı bir paylaşım planı ortaya çıkıyor. Yani Osmanlı sonrasında ne olacak, bu bölgede hangi devletler kurulacak, Araplara hangi haklar verilecek şeklinde. Sonra buna Ruslar da dahil ediliyor. O zamanın Rus Dışişleri Bakanı Sergey Sazanov da bunu onaylıyor."
Tarihi kaynaklar Rusların bu anlaşmaya pek sıcak bakmadığını yazıyor. Neden?
Hanioğlu: "Çünkü Ruslar, 1915 İstanbul Anlaşması’nda aslında istediklerini alıyorlar. Rusların asıl derdi Boğazlar. Yani diğer paylaşımlarla o kadar ilgili değiller. Bu onaylanıyor. Fakat tabii 1917'den sonra değişmeye başlıyor bu plan. Yani Rusya Bolşevik ihtilalinden sonra çekilince Rusya’ya verilecek alanlar ne olacak, onun tartışması başlıyor. Sonra 1918'de savaş bittikten sonra İngilizler, Fransızlara fazla verdiklerini düşünüyorlar ama savaş koşullarında mecburduk diyorlar ve Clemenceau ile buluştuğunda Paris Kongresi öncesinde L.George diyor ki 'Biz size fazla verdik. İki şeyi geri alacağız. Bir tanesi Musul, diğeri de Filistin. Bunlar bizim yönetimimizde olacak.'
Tabii Fransızlar fazla da hoşlanmadan kabul etmek zorunda kalıyorlar. Çünkü onların da sorunu Musul’un geleceğinden ziyade 'Bizi Almanlara karşı koruyacak bir barış yapılabilir mi?' Onların asıl derdi o. Yani 1916’dan itibaren başlayan süreç 1918'de İngilizler ile Fransızlar’ın ama büyük ölçüde İngilizler’in istedikleri gibi Orta Doğu’yu oluşturdukları bir yapıya dönüştü. Ama bu süreç içinde Londra ve Paris’te yeni sınırlar, yeni devletler, bunların dünyadaki yeri tartışılırken bölge koşulları çok az dikkate alındı.
Mesela bakın Irak’ta ne yapıldı? Irak’ta üç eski Osmanlı vilayeti Bağdat, Basra, Musul birleştirildi. Bunların demografileri değişik, tarihleri değişik, hiçbir zaman bir arada yönetilmemişler. Bunları bir araya getiriyorsunuz sonra da diyorsunuz ki 'Biz Şerif Hüseyin'e bir sürü söz vermiştik, bizim adımıza Osmanlı’ya karşı isyan başlattı. Şimdi o sözleri yerine getiremiyoruz. O zaman ne yapalım, onun oğluna bari Irak Krallığı’nı verelim. Adam çünkü Suriye’de Kral olup işi götüremediği için, Fransızlar itiraz ettiği için artık olmaz. Onu da onun başına getirelim'
Böyle bir yapı oluşturuldu ve başına Hicaz'dan, Arap olmayan, bölge dışından bir lider getirildi. Ondan sonra da bu yapının kalıcı olması istendi. Bu çok gerçekçi değildi. Aynı durum Lübnan için söz de konusu. Lübnan’da özerk olan bölge, mezhep dağılımına göre idaresi belirlenmiş Cebel-i Lübnan denilen bölge çok ufak bir alandı. Savaştan sonra Fransızlar dediler ki 'Biz bu alanı genişleteceğiz. Osmanlı Beyrut vilayetinin çok büyük bir kısmını buna katacağız ve bir Grand Lübnan oluşturacağız ve bunu aynı yöntemle yöneteceğiz.' Tabii bu büyük sorunlara yol açan bir işti. Yani Beyrut vilayetinin zaten bir bölümü Filistin’e eklendi, günümüzde İsrail’in parçası haline geldi. Yani bu kadar çok şunu alalım buna verelim, üç vilayeti birleştirelim, başına şunu kral yapalım gibi tamamen dışarıdan bu işleri yapmaya çalıştığınız zaman işler kolay yürümüyor."
''İngiltere’nin aşırı baskısı yapay yapıları ortaya çıkardı''
Bugünle bir karşılaştırma yapacak olursak 1918’de dünya tarihinde hiç olmayan neydi?
Hanioğlu: "Savaş galipleri' diyoruz ama savaş galipleri içerisinde de ciddi bir hiyerarşi var. Yani İngiltere’nin bu düzenin belirlenmesindeki rolü yüzde 98 ise bütün diğer kalanların yüzde 2 falan. Amerika zaten bir süre sonra vazgeçip izolasyona çekiliyor. İlk defa bir ülke böyle bir bölgeyi düzenleme durumuna sahip oldu. Yani daha evvel böyle bir şey mümkün değildi. Büyük devletler dengesi buna izin vermezdi.
Günümüzde durum çok farklı. Günümüzdeki sorun, belki İngiltere’nin aşırı baskısı bir anlamda bölge için anlamsız diyebileceğimiz yapay yapıları ortaya çıkardı. Diğer taraftan da bir statükonun oluşturulup dayatılmasını sağladı. Bu kadar güçlü olmayan bir yapı, bu kadar yapay diyebileceğimiz bir yapıyı insanlara 'Alın bakalım ev ödeviniz bu, herkes buna çalışacak ve uyacak' dedi. Türkiye dışında bu uygulandı."
Peki Türkiye'nin bu yeni yapılanmaya tepkisi ne oldu?
Hanioğlu: "Türkiye, 'Biz bu plana uymuyoruz' dedi ve İstiklal Harbi oldu. Bu plan Türkiye dışındaki ülkelerde iyi uygulamaya sokuldu. Şimdi böyle bir durum söz konusu değil. Günümüzde hiçbir gücün 'Arkadaş bundan sonra Orta Doğu böyle olacak. Önünüze koyuyorum bunu, yemek olarak yiyeceksiniz' deme durumu söz konusu değil. Günümüzde bütün küresel aktörler işin içinde. Çin, ABD işin içinde. Türkiye, İran… 1918’de kimsenin bölgesel güç olarak ağzını açacak hali yoktu. Şimdi ise İran var, Körfez ülkeleri var. Yerel birtakım unsurlar sesini duyurup, itiraz ediyorlar. Yani günümüzdeki çok daha kompleks bir mücadele aslında ve maalesef bu karmaşıklığından dolayı da neticelenmesi daha uzun sürecek. Tabii en azından herkesin sesi çok duyulduğu için belki daha kalıcı bir statüko oluşacak."
''Türkiye'deki yeni sistem yanlışları görülerek, düzeltilerek oturtacak''
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne geçerek, devlet yönetiminde yeni bir sayfa açan Türkiye’yi tarihi tecrübelerden yola çıkarak nasıl bir gelecek bekliyor?
Hanioğlu: "Biliyorsunuz biz tarihçiler genellikle geçmişle ilgili konuşuruz. Geçmişe dayanarak bence bu alanda kıyaslama yapmak anlamlı değil. Çünkü başkanlık sistemi, birçok ülkede uygulanıyor, ABD’de uygulanıyor. Ama bu sistem sonunda yasama ve yürütme arasında bir denge yaratan ve demokrasinin olmasına dayalı bir sistem. Bizim geçmişimizde, 2. Meşrutiyet sonrasında, bu dengenin sağlanmaya çalışıldığı dönemler oldu. Parlamenter rejim içerisinde de bu yapılmaya çalışıldı ama bugün anladığımız modern anlamda bir yasama-yürütme dengesi yok. Yani Türkiye biraz bilinmeyen sularda. Bu sistem yavaş yavaş yanlışları görülerek, düzeltilerek oturtulmaya çalışılacak. Çok başındayız işin, henüz çok kısa bir süreden bahsediyoruz. Bunun oturması herhalde bir süre alacaktır ama geçmiş bize bu açıdan ışık tutmaz."
Osmanlı ile Türkiye’nin ayrıldığı ve sürekliliğini koruyan pozisyonları nelerdir?
Hanioğlu: "Sistem konusunda bence hiçbir benzerlik yok. Yani sistem konusunda 1876 Kanun-i Esasi’nin ilanına kadar biz anayasal bir monarşi değildik. Sultan doğrudan iradeyle yani hatt-ı hümayun ile yasama ve yürütmeyi de yerine getiriyordu. Yürütmeyi sadrazamla paylaşıyordu. Bunun dışında bizde böyle bir denge yoktu. 1877’de ortaya çıkan meclis danışma meclisidir. Yani düşünün ki kanun teklif edemeyen, sadece Babiali'nin kendisine gönderdiği kanun tekliflerini müzakere eden bir meclistir. Zaten ömrü bir yıl sürmüştür. Şubat 1878’de kapatılmıştır. Yani bizde ciddi anlamda bir yasama-yürütme ilişkisinin ortaya çıkışı 1908 sonrasındadır ve o da parlamenter sistem içerisinde olmuştur. Geriye bakarak şu 1908’de şöyle olmuştur demek çok anlamlı değil."
''Balkanlarda, Orta Doğu'da Osmanlı imajı yenileniyor''
Balkanlardan Afrika’ya Orta Doğu’dan Asya’ya uzanan bir coğrafyada halklar nezdinde Türkiye karşı oluşan bir sempati oluştuğunu görüyoruz. Bu sempatinin nedeni sizce ne? Türkiye’nin bu ülkelere karşı soft power politikasının etkisi var mı?
Hanioğlu: "Şu anda yurt dışından bakarak size söyleyeyim. Ben işim icabı Osmanlı tarihiyle uğraştığım için Osmanlı coğrafyasına da gidiyorum. Kahire’de uzun süre kaldım. Osmanlı coğrafyasının diğer yerlerinde uzun süre bulundum. Şunu unutmayalım Osmanlı geçmişini sahiplenip kendi parlak geçmişim olarak görüyorum. Ancak Osmanlı coğrafyasının pek çok farklı yerinde özellikle ders kitapları milliyetçi tarih yazımı aracılığıyla Osmanlı tarihi çok kötü biçimde anlatılıyor. Dolayısıyla Osmanlı’nın ve haliyle Türkiye’nin çok kötü bir imajı oluyordu bu bölgede. Yani ''Bu adamlar bizi sömürge haline getirdiler, bunlar yüzünden gelişemedik, bizim kaynaklarımızı bunlar sömürge gibi kullandılar'' vs. Bunların çoğu doğru değil ama eninde sonunda insanlarda aldıkları eğitim çerçevesinde, kendilerine aşılanan değerler çerçevesinde böyle bir imaj oluşmuş durumdaydı. Biz tabii buradan bakarak tüm bu eski Osmanlı coğrafyası bizi çok seviyor diye düşünmeyelim. Yaratılan bu kötü Osmanlı imajı çok etkili oldu çok uzun süre.
Şimdi bu yavaş yavaş değişiyor. Mesela bakın şu anda Osmanlı’ya en olumlu bakan yerlerden birisi Macaristan. Çünkü Osmanlı ile bağını koparalı çok olmuş. Diğer yerlerle aralarına bir yüz yıl girmiş durumda. Artık daha soğukkanlı bakabiliyorlar. Yani Türkiye’de de bu böyle. Türkiye’de de çok uzun süre anlamlı olmayan bir Arap ihaneti söylemi vardı. Tamam Şerif Hüseyin isyan etti. Ufak bir grup onu takip etti. Ama yani 1918’de Kafkasya’da kutladık. Azerbaycan’a giden ilerleyen Osmanlı taburlarına bakın bunların çoğu Irak taburları, Arap taburları. Yani isyan eden Araplardan kat kat fazla Arap da bu savaşta, savaştı. Sadece Şerif Hüseyin’e bakarak Araplar bize ihanet etti diye 400 yıllık bir ilişkiyi böyle yorumlamak, bu bizde de yapılıyor. Nasıl Arap dünyasında, Bulgaristan’da Yunanistan’da 'Osmanlı feciydi, Türkler şöyle yaptı böyle yaptı' yaklaşımı varsa bizde de bu olabiliyor."
"Orta Doğu dediğiniz yer de Türkiye’nin bir parçası''
Bu olumsuz algının nedenleri neydi ve bu algı değişiyor mu sizce?
Hanioğlu: "Evet tüm bunlar değişiyor. Yani Türkler artık biz bu insanlarla kader birliği yaptık, bizim parlamentomuzda oradan gelen insanlar vardı, beraber tartışılıyordu, sorunlara çare bulunmaya çalışılıyordu, bu insanlarda Osmanlı vatandaşlığının bir etkisi vardı. Bunlar artık yavaş yavaş oralarda da biraz görülmeye başladı. Tabii Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde, Sovyetler yıkılana kadar uyguladığı politika bir anlamda Türkiye’nin elini kolunu bağlıyordu.
Türkiye bölgesel bir güç haline gelemiyordu. Bir anlamda NATO’nun bölgedeki temsilcisi durumundaydı. Tabii dünya değişince, iki kutuplu dünyadan tek kutuplu bir dünyaya geçilince Türkiye daha fazla bölgesel güç olarak kendisini göstermeye başladı. Coğrafyasına yönelik anlamsız algı ve yaklaşımları sorgulamaya başladı. Orta Doğu dediğiniz yer de Türkiye’nin bir parçası. Türkiye nasıl Orta Doğu’dan uzak duracak. Nihayetinde bir komşusu İsviçre, diğer komşusu Fransa değil. Türkiye de bu coğrafyanın bir temsilcisi. Dolayısıyla 'biz bu coğrafyadayız. Bizim bu insanlarla, bu devletlerle farklı ilişkimiz olması lazım' demeye başladı. Daha önce olmayan kanallar açıldı. TRT World Forum bile bunlardan biri. Bunların yarattığı bir algı değişimi var bu coğrafyada."
''Orta Doğu’ya bir düzen gelene kadar Türk-Amerikan krizi devam eder''
ABD ve Türkiye ittifakının tarihi backgroundu göz önünde bulundurarak zaman zaman kopma noktasına gelen Türk- Amerikan ilişkileri nasıl bir sürece evrilecek bir ön görünüz var mı?
Hanioğlu: "Türk-Amerikan ilişkileri bu şekilde, bu gerginliklerle, bir kriz, arkasından bir başka kriz, sonunda kopmadan ama kriz yönetimi şeklinde devam edecek. Nedeni de şu: Orta Doğu’da yeni bir düzen oluşuyor. Bu düzenle alakalı Amerika'nın bir tasavvuru var. Türkiye’nin bir tasavvuru var. Bunların uyuşması imkansız gibi. Bir tarafın kara gücü olarak gördüğü bir yapıyı diğer taraf ortadan kaldırılacak bir terörist olarak görüyor. Makas bu kadar açılınca bu iki tasavvuru bir türlü birleştiremiyorsunuz. Türkiye ile Amerika arasında krizlerden dolayı sorun olmuyor. Şu anda mesela gündemde olan tutuklu Pasteur var. Orta Doğu’nun geleceğine ilişkin anlaşmazlık olduğu için bu ilişki sürekli kriz üretiyor. Maalesef bence Orta Doğu’ya bir düzen gelene kadar ya da iki devletin tasavvurları birbirine yaklaşana kadar bu kriz devam edecek."
Hocam doktora tezinizi piyasada bulamıyoruz. Yeni baskısını ne zaman düşünüyorsunuz?
Hanioğlu: "Doktora tezim konusunda 81’de basılan bir kitaptı. Yazıldığı dönemde önemli bir kitaptı. Ama çok şey değişti tabii. Şimdi ben 81’de yazılan bir kitabı okuyucuya aynı şekliyle sunmayı hoş görmüyorum. Düşüncelerim de değişti. Okuyucu aynı kitabı tekrar basıyor der. Amacım daha kısa o konuyu düzelterek daha farklı konulara temas eden bir kitap haline getirmek."
Tarihçi kimliğinizi dikkate alarak hangi dönemde yaşamak isterdiniz? Neden?
Hanioğlu: "Güzel bir soru. Ben Avrupalıların 'Güzel çağ' dedikleri 1871-1914 öncesi dünyada yaşamak isterdim. 1914 öncesi daha rahat bir dünya. Bir takım dengeler bir birtakım sorunlar var. Bugün açısından bizim kabul edemeyeceğimiz kadınların oy hakkının olmaması falan gibi. Ama yani keşke bunların da olduğu ama o dengenin o çatışmamazlığın olduğu bir dönemde yaşasaydık derim."
''Tarihe büyük konteksten bakalım''
Tarihçelere söyleyecek bir şeyiniz var mı?
Hanioğlu: "Tarihçi dediğiniz insanların sorduğu sorular aslında hep bugünden soruluyor. 'Niye tarihte birtakım şeylere bakıyorlar da diğerlerine bakmıyorlar?' Çünkü günümüzün koşulları bizi bu soruları sormaya yöneltiyor, bu soruları iyi sormak lazım. Benim özellikle Türkiye’deki tarihçilere iki tavsiyem olacak. Biri, bağlamı anlamak gerekiyor. Biz kendi tarihimize çok ben merkezli bakıyoruz. O nedenle daha büyük bir çerçevede göremiyoruz. 'Global tarih içinde ya da bölge tarihi içinde bunun yeri neydi?' bunu göremiyoruz.
İkinci olarak, 'bütün dünya bizim etrafımızda dönüyordu' bakışımız var. Mesela hep zannediyoruz ki Birinci Dünya Savaşı hep bizi yok etmek için yapıldı. Halbuki öyle değil. Neden bizi yok etmek için çıksın? Ama tabii biz ona katılınca da Osmanlı’nın paylaşımı çok önemli gündem maddelerinden biri haline geldi. Yani birincisi büyük konteksten bakalım, ikincisi çok kendimiz merkezli bakmayalım mümkün mertebe.
Bizim öğrencilere hep söylediğimiz bir şey var: Tarih değil tarihler var. Yani tarihi çok farklı şekillerde inşa etmek mümkün. Mesela Abdülhamid dönemi Türkiye’de erken cumhuriyet döneminde farklı şekilde inşa ediliyordu, şimdi farklı inşa ediliyor. Yani tarihin nasıl yorumlanacağı onun kimler tarafından inşa edildiğine bağlı. Farklı insanlar farklı tarihler inşa edecekler. Büyük çapta da ne diyeceğini belirleyen biraz iktidar. İktidarda kim olacaksa biraz ona göre yorumlayacaklar. Türkiye için de dünya için de büyük bir değişim dönemi. Gerçekten yeni bir dünya düzeni oluşuyor. Türkiye de buna paralel olarak kendi içinde büyük bir değişim yaşıyor."
''Sadakat-liyakat tartışması Osmanlı'da da vardı''
Hocam Alev Alatlı ile yaptığımız bir söyleşide ‘liyakat’ dedi siz de bize yarına dair kalıcı neler söylersiniz?
Hanioğlu: "Liyakata önem vermeyen bir toplum mutlaka çöküyor. Siyasal sistem açısından da bu böyle. Sadakat-liyakat tartışması Osmanlı’da da olan bir tartışma. Burada liyakatı mutlaka ön planda tutmamız lazım. Liyakatı ön planda tutup Türkiye’nin, mesela şu anda büyük bir değişim yaşanıyor ama bu yeni yapılanmaya gidilirken mutlaka liyakatın birinci sırada olması lazım. Bunu kaybedersek sonunda değişim anlamlı bir yere varmaz. Sonunda şunu görmemiz lazım liyakat sahibinin bir görevde olması, liyakati az olan birisinin orada olmasından çok daha iyi bir şey."
Bir tarihçi olarak yarına dair söyleyeceğiniz bir şey var mı?
Hanioğlu: "Bir tarihçi olarak yarını göremiyorum. Yarının tarihçilerinin bu günü nasıl yorumlayacaklarını bekleyip göreceğiz. Ama dünya çok zor bir süreçten geçiyor. Biz hep sanıyorduk ki çatışmaların asgariye indiği daha rahat bir dünyada yaşayacağız. Öyle olmadı. Çok zor bir döneme girdik ve bu trend artarak devam ediyor. 2000’li yıllarda iyi gideceğiz diyorduk olmadı, 2010’lu yıllar için diyorduk olmadı. Zor günler olacak bütün dünya için. Çünkü zor bir dönem oluyor."
Soyadınızın bir hikayesi var mı hocam?
Hanioğlu: Ailem Antakyalı ve çok büyük bir aile. Ailemizin büyük üyelerinden o dönemin birçok alanına katkı sağlayan yazı yazan insanlar da var. Ama onun dışında soy ismimin hanlıkla bir alakası var mı yok mu bilmiyorum."
Güncelleme Tarihi: 08 Ekim 2018, 16:04