Kılıçdaroğlu’nun “kaçış planı” için işaret ettiği Turken Vakfı aslında uzun zamandır gündemdeydi... Kamuoyu tarafından heyecanla beklenen açıklama için dağ fare doğurdu diyebilir miyiz?
Dağ fare doğurmadı elbette. Sonuçta dağ gibi yolsuzluk üreten bir iktidar var. Erdoğan ve ailesi ile yakın çevresinin vakıflar aracılığıyla döndürdükleri muazzam paraların bu başlıkta kapladığı alanı küçümsemek saçma olur. Bunun çok bir kısmında dahi yer yerinden oynamalı. Bu yüzden daha önceden bilinse de, bu türden iddia ya da belgeleri hafife almak, küçümsemek bizim işimiz değil. Ancak burada kocaman bir “ama”ya gereksinim var. Her şeyden önce siyaset ile para arasındaki ilişkinin bu en çürümüş, en uç örneklerinin siyaset ile para ya da siyaset ile sermaye arasındaki “kurallı” ilişkinin sonucu olduğunu bilmemiz gerekiyor. Sonuçta bugünkü düzenin temel felsefesi, bireysel çıkarların kamusal çıkarları bir kenara koyması, girişimci adı verilen sömürücülerin her tür kısıtlamadan kurtulması ve onlar arasında bitmek tükenmeyen bir rekabet. Ortak noktaları ise büyük çoğunluğu sömürmek ve kamusal zenginlikleri talan etmek. Kapitalizm budur. Beşli çetedir, vakıflardır, şudur, budur; bunlar bu zeminde hareket eder. Kapitalizme karşı olmadan bu örneklere odaklanmak aslında halkı aldatmak anlamına gelmektedir. Bakın bunu söyleyerek hırsızlıkların, kuralsızlıkların kanıksanmasına neden olmuyoruz. Bunu söyleyerek, bataklığın nasıl kurutulacağını anlatıyoruz. Türkiye’de en güçlü 100 şirketin bilançolarına bakın. Sonra da şu anda halkın çektiği zorluklara. Bu adaletsizlik meşru olabilir mi? Katmerli, benzersiz bir hırsızlık var.
Ancak yine de bu sistem sınırları içinde bile yolsuzlukların deşifre edilmesi, öne çıkarılması, üzerine gidilmesi önemli değil mi?
Kuşkusuz önemli. Ancak bilinmesi gerekiyor ki, AKP’nin bu konuda bağışıklığı çok artttı. Tarihi boyunca ortalığa dökülen belgeler, kayıtlar filan, bunların etkisi büyük oldu ama AKP iktidarı yoluna devam etti. Burada yukarıda değindiğim açmaz orta yarede duruyor. Bugün yolsuzluklar ekseninde bir hesaplaşma başladığında, bu bağlamda eşsiz ve fütursuz bir pratiğe sahip olsa bile AKP’nin son derece güçlü yanıtlar verebileceği bir zemin var. Türkiye’de piyasa ekonomisinin içinde devinen her aktör ve bunlarla bağlantılı siyasi parti için bir yolsuzluk hikayesi yazılabilir. Burada yerel yönetimleri unutmamak gerekiyor. Yolsuzluk başlığı AKP’nin güçlü olduğu alanlardan biri haline geldi. O kadar çok badire atlattılar ki, artık dünyanın en sarsıcı bilgisi onları fazla sarsmıyor. Ama başka partiler için bu aynı ölçülerde geçerli değil. AKP ile mücadelenin bugün en önemli hareket noktası yoksulluk ve bu yoksulluğun kaynağı olan toplumsal sistem olmalı. E tabi düzen partileri oraya fazla yüklenemiyorlar.
6’lı masada yakın zamana kadar Kılıçdaroğlu’nun varlığı daha düşük profil gösteriyordu. Son dönemde ise kimileri tarafından Cumhurbaşkanlığı adaylığının ilanıdır şeklinde değerlendirilen bir hareket planı göze çarpıyor. Ancak hala net bir açıklama da yok bu konuda. Sürekli “kazanacağız, bitti bu iş” mesajı veren bir muhalefetin bu belirsizlikle devam etmesini nasıl yorumluyorsunuz.
Altılı, dörtlü, ikili masalarda ne konuşuluyor bunlara dair duyumlarımız var ama bilgimiz yok! Bilgisi olan da yok zaten, çünkü bağlanmış bir şey yok ortada. Kılıçdaroğlu ismine ilişkin bu partiler arasında bir mutabakat olsaydı süreç başka türlü işlerdi. Ancak bizim açımızdan bu masadaki tartışma ve pazarlıkların özel bir önemi yok. Türkiye’deki sorunların çözümü o masada değil. Türkiye’deki sorunların çözümü iddia edildiği kadar basit de değil. Aslında muhalefetin bütün yaşananlara rağmen özel bir yükseliş göstermemesinin kaynağında AKP’ye tepkili geniş bir kesimin muhalefetin ne dediğini anlamaması ya da bu sorunları çözeceğine inanmaması. Erdoğan’ın en büyük avantajı, içinde AKP artıkları olan ve sağcı karakteri iyice baskın ve belirgin hale gelen bir masayla rekabete girişmesi.
CHP’den devam edelim, Maltepe mitingi... CHP’li yöneticiler ve mitinge katılımcılar açısından mitingin yapılma nedeninin konusu farklılık taşıyordu. Önemli bir topluluk pahalılığa karşı orada olduğunu ifade ediyordu ve haliyle dikkat çeken açıklamalardan biri de Kılıçdaroğlu’nun neoliberalizme karşıyım sözleri oldu. Kılıçdaroğlu birkaç gün önce de kamyoncularla bir araya gelerek “O yollar, köprüler; kamu özel iş birliği yap-işlet devret, bunların tamamını kamulaştıracağım” dedi ve Turgut Özal'ın adını anarak “yaptığı Boğaziçi Köprüsü'nden geçen ne ödüyorsa aynısını ödeyeceksiniz” dedi. Aynı cümle içinde birden fazla eğilim barındıran açıklamalarla nasıl olacak bu iş?
Bakın Türkiye’de öyle bir siyaset iklimi var ki, ağızdan çıkan tek bir sözcük, herhangi bir bağlama yerleşmeyen herhangi bir vurgu çok önemli bir etki yapıyor. Su katılmamış bir sağcı Nâzım Hikmet dediğinde bundan heyecanlanan, etkilenen, bundan bazı sonuçlar çıkaranlar oluyor. Muhsin Yazıcıoğlu’nu göklere çıkaran bir başka siyasetçi homurdananlara yanıtı Deniz Gezmiş’i yad ederek veriyor! Kılıçdaroplu’nun “yoldaş” demesi de aynı etkiyi yaratıyor. İçi boş, arka planı olmayan bu siyaset kültüründen doğal olarak AKP fazlasıyla yararlandı. İsrail ile, ABD ile, NATO ile ilgili AKP cenahında zaman zaman sarf edilenlere bakarsanız, iktidar bayağı devrimcileşmiş! Yok öyle şey doğal olarak. Aslında özü boş algı yönetimi bütün dünyada etkili bir silah olarak kullanılıyor. Rusya’nın Ukrayna savaşındaki gayri-resmi savunucularının “ama bazı Rus zırhlılarında Sovyetler Birliği’nin orak çekiçli bayrağı var” söyleminin Erdoğan’ın ya da İsrail Cumhurbaşkanı’nın Nâzım Hikmet’ten şiir okumasından heyecan duyulmasından bir farkı yok. Emperyalizm, laiklik ya da sınıfsal meselelerdeki tercihleri nedeniyle çok tartışılan HDP’nin yoksulluk, sömürü, emperyalizm gibi kavramları kullanarak yaptığı her açıklama sonrasında bir kısım solcunun “gördünüz mü” demesi de aynısı. Bu anlamda Türkiye tarihinin en derin yoksullaşma süreçlerinden biri yaşanırken, ana muhalefet partisi liderinin neoliberalizmi karşısına almasının özel bir önemi yok. Dünyada bizzat sermayedarlar suçu neoliberalizme atmaya başladılar. Aslında yıllardır söylediğimiz gibi neoliberalizm eleştirisi kısa sürede kapitalizmi aklamaya dönüştü. Dünyanın hali ortadayken neoliberalizm sahibi meçhul bir enkaza dönüşmüş durumda. O yüzden neoliberalizm eleştirisi arkaik, zamansız ve boş bir söylemdir. Kapitalist işleyişte uç bazı uygulamaları hedef tahtasına yerleştirmek de, meselenin özüne dokunmadıkça düdüklü tencerenin basıncını boşaltmaktan başka bir anlam taşımaz.
Peki solun bugüne kadar değerli bulduğu ve uğruna hayatların ortaya koyduğu değerleri, ilkeleri bugün ikinci sıraya atmasının nedenini nasıl yorumluyorsunuz?
Sol kapitalizmin bir devrimci müdahale ile yıkılması görevini şu ya da bu nedenle ertelediği andan itibaren sol olmaktan uzaklaşma sürecine girer. Barış, demokrasi, özgürlük gibi kavram ve değerler son derece önemlidir ama bunlar solu ayakta tutmaya yetmez. Bu üç kavram da solu kapitalist düzene bağlayabilecek iç dinamiklere sahip. Sol başarıya giden yolu, stratejisini düzenin içinde mevzi kazanmak üzerine kurduğu andan itibaren başkalaşıyor. Kapitalizmi, sömürüyü reforme, etme, denetleme, kurallı hale getirme doğrultusundaki çabalar, temel sorunları vergi politikalarıyla çözüme kavuşturmayı savunmak; sendika başkanlığının düzen partilerinden milletvekiliğine geçiş için kullanılmasının meşrulaşması, bazı patronların hangi nedenle olursa olsun savunulması, solun mücadelesinin bir parçası haline gelmesi, hatta pankartlarda, sloganlarda kendilerine yer bulması; dinsel referansların siyasette kullanımının dert edilmemesi, hatta bunun parçası olunması, bütün bunlar devrimci bir stratejinin terk edilmesinin ürünü. Daha iyi bir kapitalizm, daha adil bir kapitalizm, daha yaşanası bir kapitalizm fikrini destekleyen her şey solun değerlerine ihanettir.
TKP solun bu yaklaşımıyla ilgili muhataplarla görüşüyor mu? Sol içinde bu konu özelinde bir tartışma var mı?
Biz sözümüzü açıkça söylüyoruz, paylaşıyoruz. Dostlarımızla konuşamadığımız hiçbir şey yok. Benzer kaygı ve duyarlılıklara sahip olanlarla işbirliğç yollarını arıyoruz.
Pahalılık gündeminden devam edelim isterseniz. Hem Zafer Partisi'nin mülteciler gündemi kamuoyunun gündemine sokma başarısı hem de muhalefetin seçime odaklı düşünme biçimi pahalılık gündemini sürekli arka plana itiyor. Ve gazetelerin manşetlerine biraz dikkatli baktığımızda AKP'nin burada yeniden oyun kurmaya başladığını görülebiliyor.
AKP, Türkiye ekonomisindeki sorunların hükümetin cehaleti, yolsuzluklar ve ısraftan kaynaklandığını söyleyen muhalefetin yardımıyla yoksulluk ve hayat pahalılığı konusundaki ağır baskıyı göğüslemeyi başarıyor. Düzen muhalefetinin ekonomik programında bu toplumu heyecanlandıracak hiçbir şey yok. Elektrik faturaları mı? İndirimdir, şudur budur. Bunlar çözüm değil. Hemen devleştirme dedik. Enerji sektörünün tamamı. Çözüm budur. İktidar buradan sıkışır. Konut sorunu mu var? Kiracılara yardım yapılsın diyen bir muhalefet var. İnşaat sektörü devletleştirilmelidir. Nokta. Çözüm buradan başlar. Gıda maddelerinde yaşanan pahalılık ve kıtlık. Bütün bağlantı noktalarıyla tekellerin egemenliği bir hamlede kırılacak. Çözüm budur. “Üreticiye destek” gibi soyut ve son tahlide sonuç alınamayacak çözüm önerileri AKP’nin elini güçlendiriyor. Bakın sığınmacılar meselesinde Zafer Partisi’nin öne çıktığı ama CHP’nin de destek verdiği “gitsinlerci” lobi, Erdoğan’a bir kez daha Suriye’de hamle olanağı veriyor. AKP orada denetlediği bölgeyi genişletip göçmenleri oraya gönüllü ya da zorla yığdığında muhalefetin elindeki oyuncak tuzla buz olur. AKP bunu yapar mı? Yapar! Sığınmacılar meselesi üzerinden AKP’yi sıkıştırma girişimi, AKP’nin şu anda sıkıştığı asıl başlıkta nefes aldırıyor.
Bahçeli’nin “gerekirse NATO’dan çıkarız” söylemi, CHP’nin “üsleri kapatalım” çıkışı bu bağlamda nereye oturuyor?
Hiçbir yere oturmuyor. Türkiye’nin ABD ile yürüttüğü pazarlıklarda elini güçlendirmek dışında. Bunda fena olan nedir diye sorulabilir? Fena olan bu pazarlıkların kirli olmasıdır. Erdoğan ya da Cumhur İttifakı’nın NATO’dan çıkmaya niyeti yok. İsveç ve Finlandiya’nın üyeliğinin önünü yüksek fiyatla açmak istiyorlar. Finansal destek, gelişmiş silahla alımlarına konan kısıtlamaların kalkması, Suriye’de Türkiye’nin elinin serbest bırakılması, bütün bunlar masada tartışılıyor. NATO bir terör örgütüdür ve bu örgütten çıkmak yerine onunla pazarlık yapmak Türkiye’de düzen siyasetinin altın kuralıdır. NATO’da Türkiye’de iktidarların hoşuna giden bir yönelim olduğunda, NATO’cular bu ülkede en pespaye, en onursuz söylemlerle sevindirik olur. AKP de böyle diğer partiler de. Onların derdi NATO değildir. Şimdi ABD’nin Yunanistan’ı silahlandırması, her tarafa üsler açmasına kızıyorlar. ABD Türkiye’ye “siz bizim için vazgeçilmezsiniz” dendiğinde bunu büyük başarı gören bir zihniyet Türkiye siyasetine egemen. NATO’dan çıkmayalım ama üsleri kapatalım gibi saçma sapan bir politika olur mu? Türkiye’de NATO anlaşması kapsamında yabancı askeri unsurlar var. Bu ülkede NATO’ya karşı olmak, yabancı askeri varlığına karşı olmak devrimcilerin tekelindedir.