Ahmet Akgül Üstadımızın yazdığı “Dünya’nın Değişimi ve Erbakan Devrimi” kitabının 20 yıl öncesi baskısından aldığımız bu yazıyı, değerli okurlarımıza ve kamuoyuna tekrar hatırlatmayı, tarihi bir zorunluluk ve insani bir sorumluluk sayarak dikkatlerinize arz ediyoruz.
28 Şubat Hıyanetinin Perde Arkası ve Piyonları!
1990’lı yılların ortalarında (Yani Refah Partisi 1995 Genel Seçimleri’nden %21,4 oy oranı ve 158 Milletvekili ile birinci çıkar çıkmaz…) Washington Enstitüsü gibi etkin ve yetkin “Küresel Merkez”lerde yapılan gizli toplantılarla ipi çekilmeye ve çökertilmeye karar verilen Milli Görüş, “Yenilikçiler’in başını çektiği küresel bir köleliğe” dönüştürülmeden önce; Türkiye, en sağlam zincir olan ekonomi kanalı ile bağlanıp çepeçevre kuşatılmalıydı.
Hedef zemini, yani Türkiye gibi stratejik bir ülkeyi tamamen kuşatabilmek için ise; Türkiye Ekonomisi’ne, baş etmekte zorlanacakları bir bela musallat edip, ondan sonra da ülkeye, derde deva olacağına yarayı iyice genişletecek bir “hain doktor” göndermek lazımdı!..
Zaten onlar da tam böyle yaptı!
Önce ekonomi denizinde önü alınamayacak bir tufan yaşandı ve hemen akabinde de derviş kılığında bir sahte mesih (!) görünür oldu ufukta!
Sonrası ise hepten hezimet, hepten ihanet olacaktı!
Refah Partisi’ne Taarruz Emri Verenler; “Küresel Senaryo”yu İhale Edecekleri Yenilikçi Hareket’e Yol Açmak ve T. Erdoğan’ı Parlatmak İçin Türkiye’yi, Zahiri İslamist Ama Hedefi Siyonist Bir Kayığa Bindirdiler!?
Küresel Kurgu’yu muzaffer kılmak adına mesai veren “Siyonist cunta”nın kumandanları; Türkiye üzerindeki küresel stratejileri istenilen süratte gitmeyince, ellerindeki uzaktan kumandayı daha hızlı bir yazılıma programlayıp ülkeyi apar topar 28 Şubat kargaşasına ittiler!
Zira Türkiye bu kayığa binmeliydi ki; “Laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti”ni yok etmek için üstüne üstüne gelen “irtica canavarı”ndan uzaklaşarak, kendini sağ salim karşı kıyıya atabilsin!?
Hal böyle olunca da, birdenbire elinde sopasıyla Türkiye’yi kovalamaya başlayan bu “irtica canavarı”nın içine itina ile yerleşmiş İsrail, ABD ve İngiltere şeklinde sıralanan o “muhteşem üçlü”den bihaber olan Türkiye; “laik, demokrat ve vatanperver paşaların ve JINSA’dan madalyalı maşaların da takdire şayan desteği (!) ile alelacele bu kayığa bindirilerek yola çıkarıldı.
Bu suni ve sinsi irtica canavarı gerçekten de korkutucuydu! Necmettin Erbakan Hoca gibi başından beri İslam Birliği’ni ve insanlığın dirliğini savunan ve Türkiye’nin menfaatlerine sahip çıkan bir lider de Başbakan olunca, marazlı medya marifetiyle kandırılan kamuoyu, rahatlıkla; “Çanlar rejim için çalıyor!” demeye başladı.
Ve bu sıcak gelişmelerin hemen akabinde de; 9 saat süren “28 Şubat 1997 Tarihli Milli Güvenlik Kurulu Toplantısı’nın, Tarihi ve Tertipli 28 Şubat Kararları” alındı…
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin iç tehdit sıralamasında PKK Terörü’nün önüne geçerek ilk sıraya oturan ve ülke gündemini tamamıyla işgal ederek etkili bir panik havası doğuran “irtica”; tetikleyici unsur olarak ülkenin post-modern bir darbe görmesine vesile olmuş ve Milli Görüş Tabanı’nı tuzla buz ederek aynı kumaştan daha “farklı” bir elbisenin podyumlara servis edilmesini sağlayacak süreci başlatmıştı.
AKP’nin amacı ise; desenleri arasına gizlenmiş Siyonist motiflerin, kitleyi gizliden gizliye hipnotize ederek, (Örneğin bu süreçte kurulan ASAM’ın, Hz. Muhammed’e büyü yapan Yahudi Lebid bin Asam’dan etkilenerek Siyonist telkinlerle kurulduğunu AKP kulislerinden söyleyerek) ülkeyi Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projeleri için istenilen kıvama getirmesi olacaktı...
Ve: “Bindik bir alâmete, gidiyoz kıyamete!” demeksizin gayet büyük bir kararlılıkla bu kayığa bindirilen Türkiye; Türk Silahlı Kuvvetleri içine yerleştirilen “küresel çipler” ile o çiplerin yarattığı “yapay kamuoyu”nun etkisiyle operasyonun amacını bilmeksizin aynı safta yer tutan paşaların sergilediği kararlılıkla “irtica canavarı”nın kafasını koparmak adına son derece tarihi bir adım attı...
“Bugün 28 Şubat Süreci’ni küçümsemeye çalışanlar, Çevik Bir ve Güven Erkaya’ya karşı ‘kıskançlık hissiyle’ hareket ediyorlar. Tek bir mermi atılmadı, tek bir burun kanamadı. Tıpkı NATO’nun Varşova Paktı’nı teslim alması gibi bir olaydı!
28 Şubat, günün koşullarına uygun bir yöntemde gerçekleştirildi. O günün dünya ve ülke koşullarında 12 Mart ve 12 Eylül gibi klasik bir müdahale yapılamazdı. Cumhuriyet’in karşılaştığı tehlike (!), bir tek mermi atılmadan, demokratik mekanizmaların harekete geçirilmesiyle bertaraf edilmiştir. ‘Silahsız Kuvvetler’ kavramını kullanmamızın nedeni ve amacı budur” şeklindeki son derece kendinden emin açıklamalarla övünecek ve o savunmasını yaptığı güzide TSK paşası Çevik Bir, ilerleyen süreç içinde operasyonun verdiği sürgünlerden vücuda gelen AKP’nin en flaş danışmanlarından biri olacaktı…
Emekli Tümgeneral Erol Özkasnak; art niyetlerini ele veren şu konuşmayı yapacaktı:
“O günün koşullarıyla ilgili yapılan değerlendirmede varılan sonuç şudur: Tıpkı 31 Mart Vakası gibi ülke, 75 yıllık Cumhuriyet tarihinde eşi görülmemiş planlı bir irticai kalkışmayla (TSK içindeki bazı karanlık kafaların, Müslüman Türk Toplumu ile ilgili bilgisinin yüzeyselliği ve halka olan yabancılığının ne kadar şaşırtıcı boyutlarda olduğu da, bundan daha çarpıcı bir şekilde anlatılamaz olsa gerek…) karşı karşıyadır. Bu tespitten sonra demokratik mekanizmaların harekete geçirilmesi yoluyla tehlikenin bertaraf edilmesi kararına varılmıştır. Bu amaçla bir seri brifing verilmesi planlanmıştır.
28 Şubat Süreci’nin başlangıcı 11 Ocak 1997 tarihidir. O tarihte dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Demirel, Genelkurmay'a davet edilmiş ve kendisine 28 Şubat günü Milli Güvenlik Kurulu'nda verilen bilgileri içeren bir brifing sunulmuştur. Cumhurbaşkanı'ndan başlayarak bu bilgiler toplumun aydınlatılması amacıyla basına, yargıya ve üniversite mensuplarına tekrarlanmıştır. (Basının, yargının ve üniversitenin, çok önemli enformasyon merkezleri olduğu göz önüne alınırsa; Türkiye’deki yabancılaşmanın ve yüzeyselliğin çok geniş mesafelere uzanışı ve buralardan aykırı bir ses gelmeyişi; illüzyonun yoğunluğu hakkında fikir vermektedir.)
Bugün 28 Şubat'ı küçümsemeye çalışanların bilmesi gereken bir gerçek de şudur: O süreç başarılı olmasaydı, 18 Nisan 1999 seçim sonuçları alınamazdı! Cumhuriyet’e karşı irticai faaliyetlerin kaynağı olarak gösterilen akımlara 18 Nisan'da verilen oy desteği düşmüşse, bunun nedeni 28 Şubat’tır!”
28 Şubat Süreci’nin mağdurlarından biri olan RP kurmaylarından Recai Kutan, “postmodern darbe” tanımlamasını kabul eden Özkasnak’ın bu tavrını, “Anayasa ihlali suçunu itiraf etmek” olarak niteleyip; “Demokratik ve hukuk düzenine sahip olan bir ülkede bu tür davranışlar için yasalar ne diyorsa aynen yapılmalıdır!” diyerek savcıları göreve çağıracaktı.
Ve taraflar arası tartışmalar sürüp giderken operasyon içinde ayrı ayrı saflar oluşacak; senaryoyu şaşkın ve kaygılı gözlerle izleyen toplumsal kitle ise ne bu safların varlığının, ne de 28 Şubat örtüsü altından yürütülen operasyonun amacının farkına varacaktı…
Sözü edilen saflar ise; (28 Şubat’ın figüranlarıydı:)
TSK içinde yer alıp “planlamayı yapan küresel senaristler” ile “iş birliği” içinde olarak söz konusu “küresel kurgu”ya bilerek ve isteyerek iştirak eden paşalar…
TSK içinde yer alıp “planlamayı yapan küresel senaristler”den tamamıyla bihaber olan ve kamuoyunda yaratılan “panik havası”na paralel “TSK içindeki küresel çipler”in oluşturduğu “yapay kamuoyu”ndan da etkilenerek “laiklik”in zedelenip “rejim”in tehlikeye girmemesi adına konuya sahip çıkanlar…
Basın içinde yer alıp beslendiği küresel kaynaklar hasebiyle operasyon bilgisine sahip olan ve buna bağlı olarak “irtica canavarı”nı pompalayanlar…
Basın içinde yer alıp yürütülen operasyonun farkında olmamakla birlikte, yaratılan “yapay kamuoyu”nun tesirinde kalarak “irtica canavarı”yla toplumu korkutanlar…
Operasyon esnasında “ani bir tasfiye”ye uğratılan ve ne olduğunu anlamakta güçlük çeken mağdurlar…
Ve düğmeye basarak operasyonu yönlendiren odaklar ile onlara ait mason locaları ve medya kuruluşlarıydı.
Erbakan Hükümeti’nin “Sakıncalı” İcraatları!?
Toplumsal kitlenin farkında olmaksızın şaşkın ve kaygılı gözlerle izlediği “28 Şubat”; sonuçta böylesi bir toz bulutundan başka bir şey sanılmasındı...
Bu toz bulutunun aniden Türkiye’nin başına musallat edilmesinin ardında yatan ana neden ise; daha önce de sözü edildiği üzere, ülke üzerinden gitmesi planlanan “küresel senaryolar”ın arzulanan hız ve kalitede götürülemiyor olması ve işin başına direkt “küresel odaklar” tarafından programlanan uygun bir yönetsel zincirin getirilerek; “Erbakan’ın amaçladığı tam bağımsız ve kalkınmış bir Türkiye” sorununun (!) aşılması çabasıydı.
Ve bu temel nedeni destekleyerek operasyon sürecini hızlandıran asıl sebepler arasında da, Erbakan Hükümeti’nin gündemine aldığı “Kamu Tek Hesabı” ile “D-8 Projesi” gibi tarihi ve talihli atılımlardı.
Zira “İrticaya karşı çıkıyoruz!’’ yanılgısıyla alet olunan “büyük ihanet” ile 28 Şubat’ta hedef haline getirilen Erbakan; süratle icat edilen “irtica canavarı” ortaya çıkmadan hemen önce kamuoyuna “Havuz Hesabı” olarak yansıyan “Kamu Tek Hesabı”nı hayata geçirme yönünde çalışmalar başlatmış ve başarmıştı.
Bu yöntem ile kamu kurumlarının nakit ihtiyacını piyasadan faiz ile borçlanmak yerine, kendi öz kaynaklarından ve diğer kamu kurumlarının hesaplarından olabildiğince istifade ederek karşılamayı planlayan Erbakan Hoca; aslında bu sistemin işletilmeye başlaması halinde önemli finans çevrelerinin bu işten son derece rahatsız olacağını da biliyor olmalıydı.
Erbakan Hoca’nın projesi; kamu kurumlarının kasasında biriken paranın mesai bitiminde bir havuz içinde toplanarak; ihtiyacı olan kurumun kasasına anında transfer yapılmasıydı.
Böylece nakit ihtiyacı olan kamu kurumu gecelik faiz üzerinden borcuna borç katmak yerine, ihtiyacı olan parayı havuz hesabından temin edecek ve devlet de gereksiz borçlanma durumundan kurtulacaktı. (IMF ve ABD’ye olan yalvarmalar göz önüne alınırsa, “küresel tefeciler”in kaybını idrak edebilmek o kadar da zor olmamalıydı.)
Ancak, Refah-Yol’un ipinin çekilmesine sebep olan asıl konu ise; söz konusu sistem ile “kamunun sırtından çok yüksek meblağlar elde eden ve havadan para kazanan iç ve dış çevreler”in akarlarının tıkanmasıydı.
Dolayısı ile bu akarlarının ve haram çıkarlarının Kamu Tek Hesabı’na geçilmesi ile büyük oranda tıkanacak olması “küresel kurgu ile irtibatlı ‘tezgâh’ sahipleri”nin canını sıkmaya başlar başlamaz, “Siyonist kumandanların ellerindeki kumanda” hemen, hızlı bir yazılıma programlandı.
Erbakan Hükümeti’nin “küresel teşkilat” açısından hoşa gitmeyen bir diğer önemli çalışması ise; İslam ülkeleri ile sırt sırta vererek dünya üzerindeki ekonomik dengelere dahil olmak ve “küresel sömürü”nün önüne geçebilmek adına vizyona koyulmak istenen “D-8 örgütlenmesi” Siyonist ve emperyalist odakların korkulu rüyasıydı.
O yüzden 15 Eylül 1996’da İzmir’de yapılan ECO (Ekonomik İşbirliği Teşkilatı) toplantısında “İslam’ın Ortak Pazarı” anlayışına dikkat çeken konuşmasıyla D-8 Zirvesi’ne hazırlık yapan Başbakan Erbakan’ın bu adımları karşılıksız kalmadı ve D-8 Hareketi’nin öncülüğünü yapan Refah Partisi, 15 Haziran 1997’de İstanbul’da yapılan ilk D-8 Zirvesi’ne katılamadan devre dışı bırakıldı.
Ve Refah Partisi’nin 28 Şubat Süreci ile devre dışı bırakılmasının akabinde de oluşuma destek veren diğer İslam ülkelerini baltalamak yönünde girişimler başlatıldı.
Zira tıpkı Türkiye gibi diğer D–8 Ülkeleri’nde de Siyonist sermayeye ve küresel güçlere göre: “Boyundan büyük işler yapmaya kalkışan ve İsrail’in çarkına çomak sokan yönetimler” taciz edilerek saha dışına atılmıştı.
Nijerya Devlet Başkanı suikasta uğrarken, Endonezya’da iç savaş başlatılıp ülke bölünerek Habibi uzaklaştırıldı. Pakistan’da ise direkt darbe yapılmıştı.
Gerçi bu gelişmelerin ardından 22 Ekim 1996’da İstanbul’daki Kalkınma İşbirliği Konferansı ile kurulup, Bangladeş, Endonezya, İran, Malezya, Mısır, Nijerya ve Pakistan’ın katılımı ile yine İstanbul’da gerçekleştirilen zirve ile başlatılan D-8 Zirveleri;
1-2 Mart 1999 Dakka Zirvesi (Bangladeş),
25 Şubat 2001 Kahire Zirvesi (Mısır) ve
13-14 Şubat 2004 Tahran Zirvesi (İran)
ile devam etti. Ancak oluşumun hızı kesilerek verilmesi gereken caydırma mesajları iletildiğinden dolayı şimdilik tehlikenin önü alınmıştı…
Bu nedenle: “Küresel iradenin eteğindeki küresel tefeciler”in “Havuz Sitemi” ile ilgili S.O.S’leri ve Ortadoğu’daki “küresel teşkilatlanma”ya engel olacak “sakıncalı” politikalar nedeniyle alınan bu karar sebebiyle ülkede ani bir siyasi değişim yaşanması aslında son derece planlı bir olaydı.
Sonuçta “toplumsal dikkat” profesyonel hamleler ile havuz hesabından “irtica”ya kaydırılmış ve etkili bir darbe ile dağıtılan Milli Görüş Tabanı’ndan biçilecek yeni kıyafete işlenilecek olan “Siyonist motifler”in hazırlık çalışmaları başlatılmıştı…
Yenilikçiler’in muhteşem üçlüsü “Gülen - Bir - Zapsu”
“Erdoğan ve Gül; 28 Şubat’ı önceden biliyor muydu?” sorusu üzerinde kafa yorulmalıydı!
Küresel odaklardan alınan güç temeli üzerinde yavaş yavaş yükselecek olan Yenilikçi Hareket’in üçlü sacayağı ise; Amerikancı Hoca Fetullah Gülen, Kürt Teali Cemiyeti’nin 52 no’lu kurucu üyesi, Kürt Hevi Cemiyeti Kurucusu olan ve “Kürdistan’da Kürt’ten başka hiçbir devlet yoktur!” diyen Abdurrahim Zapsu’nun torunu olan H. Cüneyt Zapsu ile “28 Şubat’ın truva atı” Çevik Bir’dir.
Yenilikçi Hareket’in, tek başına iktidar koltuğuna oturan AKP’ye dönüşme serüveninde ciddi katkısı bulunan bu üç noktadan biri olan Fetullah Gülen, oluşuma onursal başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından düzenlenen Abant Toplantıları üzerinden kaynak sağlayıp Abant Toplantıları’nın müdavimleri arasında yer alan Bülent Arınç, Cemil Çiçek, Ali Coşkun ve Burhan Kuzu gibi isimleri partiye entegre ederken; Gülen’e yakınlığı ile bilinen Azizler Holding A.Ş.’nin Yönetim Kurulu Başkanı ve BİM Marketler Zinciri’nin ortaklarından H. Cüneyd Zapsu da Erdoğan’ın TÜSİAD ile olan yakınlaşmasını sağlayabilmek adına çaba sarf etmişlerdir.
Erdoğan bir yandan Bülent Eczacıbaşı’nın Zapsu’nun organizasyonu ile evine yaptığı davete yine Zapsu ile iştirak ederken, bir yandan da 28 Şubat’ın TSK içindeki baş tetikleyicisi olup, süreci “Demokrasiye balans ayarı çektik!” diyerek özetleyen Çevik Bir ile görüşmelerine hız vermiştir.
Erdoğan’ın, ABD ve Uluslararası Yahudi Lobileri’nden özellikle JINSA ile ilişkileri ödül alacak kadar iyi olan Çevik Bir’le olan ilişkisi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı Dönemi’nde başlamış ve Bir’in emekliliğinden sonraki bu son derece meşakkatli dönemde de kuvvetlenerek devam etmiştir.
Kanarya ve Loca Kardeşliği veya “Münafık+Mason” Biraderliği!..
Erdoğan’ın cezaevi çıkışından sonra İstanbul’da Çevik Bir ile yaptığı görüşmeye, ardından Çevik Bir ekibinden Emekli Koramiral Atilla Kıyat da eklenmiş ve Erdoğan Kıyat ile Hidiv Kasrı’nda yediği yemekte Kıyat’a parti kapsamında yapmak istediklerini anlatarak rızalarını elde etmiştir.
Hatta Atilla Kıyat ile olan görüşme basına da yansımış ve 25 Haziran 2001 tarihli Hürriyet gazetesinde görüşme “Askerle ilk temas” manşetiyle verilmiştir.
Habere göre Tayyip Erdoğan bir Emekli Albay ve Emekli Koramiral Atilla Kıyat ile Hidiv Kasrı’nda yemek yemiş ve Erdoğan kendisini sıcak karşılayan bu iki isme parti programını özetlemiştir.
Ancak ertesi gün Genelkurmay’ın bir açıklama yaparak Hürriyet’in Erdoğan’ın askerle görüştüğü ve onların onayını aldığını iddia eden haberini yalanması da göstermektedir ki; Erdoğan’ın temasa geçtiği mercii “asker” değil, Pentagon ve Yahudi örgütlenmeleriyle yakından ilişkili Çevik Bir ve ekibiydi. (En azından o dönemde böyle düşünmüştük! Ama şimdi Genelkurmay içindeki Recep Tayyip Cemaati Kocatepe’yi dolduracak hale gelmiş durumdadır. Haber kaynağı ise bizzat AKP kulislerinin kendisidir...)
Ayrıca Çevik Bir’e en yakın isimlerden biri olan Atilla Kıyat’ın emekli oluşunun ardından Fetullahçı Aksiyon dergisi övgü dolu bir Kıyat haberi yayınlamış ve “Teamüllere aykırı biçimde emekli edildi” demiştir.
Kıyat - Erdoğan görüşmesinin Çevik Bir köprüsü dışında yer alan diğer bir hazırlayıcısı ise Gülen’e yakınlığı ile bilinen ve Erdoğan’ın hatırı sayılır finansörlerinden olan Asya Finans’ın Yönetim Kurulu Başkanı İhsan Kalkavan’dır.
Haberde adı verilmeyen Emekli Albay ise emekli olduktan sonra Albayraklar Holding’e ve Erdoğan’a danışmanlık yapmaya başlayan Adem Darama’dan başkası değildir…
İçeride “Teşkilatçılık”, Dışarıda “Taahhüt” Dönemi!
Ülke içindeki teşkilatlanmasını hızla genişletmeye çalışan Erdoğan’ın o dönem içinde asıl kuvvetlendirmeye çalıştığı bağlantılar ise dış bağlantılardır.
İçerideki teşkilatlanmaya iktidarın nimetleri vadedilirken, dış bağlantılara yönelik vitrini ise; yeni kurulacak partinin iktidara geldiği vakit ABD-İsrail ve AB Politikaları’na uygun hareket eden “uslu” bir iktidar olacağı yönünde taahhütte bulunulması oluşturmaktadır.
Hıyanete Kahramanlık Jelatini ve “Tam Taahhüt = Tam Teslimiyet!” Süreci!
Erdoğan’ın bilerek ya da bilmeyerek kendisine destek veren içerideki taraftarlarından bir diğer üçlünün ise; “Akşener - Avcı - Orakoğlu Üçlüsü” olduğu bilinmektedir.
Zira 28 Şubat Süreci’nin ardından “Çiller Özel Örgütü” yakıştırmasıyla kamuoyunda yer alan Meral Akşener, Hanefi Avcı ve Genelkurmay’a kulak yerleştirip elde ettiği bilgileri ABD’ye servis etmekten ötürü suçlanan Bülent Orakoğlu da Yenilikçi Hareket’e “Arkandayız!” mesajı veren diğer isimlerdendir. (Ve artık hadisenin bir kurgu olduğu, askerin niyetinin ciddiliğini ortaya koyacak bir senaryoya Avcı ve Orakoğlu’nun alet olduğu söylenebilir.)
Gerçi Orakoğlu daha sonra Erdoğan’ın hararetli bir muhalifi olan Genç Parti’den Eskişehir Belediye Başkan Adayı olup; “AKP ile Çevik Bir’in yakınlaşmasına tepki vermek adına GP’de siyaset yapma kararı aldım.” diyerek zikzaklar çizecektir ama o dönemin oyuna gelmiş veya getirilmiş, etkili AKP destekçilerinden biridir.
İçerideki kaleler ile dışarıdaki güç dengeleri arasındaki hassas teraziyi gözetmeyi ihmal etmeyen Erdoğan, ülke içindeki teşkilatı genişletme çabalarına dış destekli köşe başlarının da yardımı ile hız verirken; İsrail Büyükelçisi David Sultan’la buluşup yeni kurulacak partinin İsrail ve ABD Politikaları’na ters düşmeyecek “cici” bir parti olacağının garantisini vermekte ve Abdullah Gül’ü de İngiltere Büyükelçiliği’ne gönderip aynı garantinin İngiltere’nin Türkiye Büyükelçisi Sir David Logan’a da verilmesi temin edilmiştir.
Ülkeyi pazarlamanın adı “Yenilikçilik” olarak değiştirilmişti! “Bizi iktidara taşıyın, Türkiye’yi siz alın!’’ diyenler de “ilerici” sayılıvermişti!
Ancak Erdoğan ve ekibi “ülkeyi satılığa çıkarma”nın adını “Yenilikçilik” koyarak konuyu yumuşatmaya çalışanların hazırladığı şemsiye altında kamufle olmaya çalışsalar da; ABD Büyükelçiliği’ndeki Müsteşar Silver Lawrence’la sık sık yinelenen gizli görüşmelerin de, Anadolu’da görev yapan Kenny Bob gibi çeşitli CIA görevlilerinin Erdoğan’a olan yakın ilgisinin de, “Tayyip Hristiyan Demokratlar’a benziyor” diyen Karen Fogg’un bu sözlerinin de ne anlama geldiği de gayet açıktır…
ABD isterse, ATATÜRK bile hain ilan edilirdi!
CIA Washington Bürosu’nun etkin isimlerinden olan ve 12 Eylül’den sonra Türkiye’de Kemalizm Modası’nın geçtiğini savunan ünlü CIA ajanı Graham Fuller basına verdiği demeçlerle “Kapatılan FP içindeki yenilikçi gençler ağır basarak kazanacak. Çünkü bu gençler Türkiye ve dünya için değişimi temsil ediyorlar. Yaşlı ve gelenekçi akım ise zaman içinde kaybolacak. Yenilikçi kanat İslami Hareket’in lideri olacak” şeklinde açıklamalar yaparak, “Ilımlı İslam” vitrini ile Büyük Ortadoğu Projesi’nin pazarlamacılığını Yenilikçi Gençler’e ihale ettiklerinin sinyallerini vermişti. Ayrıca, Atatürkçülüğün eskidiğini ve bittiğini de söylemişti… Siyonist ve emperyalist güçlerin, İsrail, ABD ve AB’nin Atatürk’le Erbakan’ı aynı tehdit ve tehlike olarak görmeleri her ikisinin de Milli ve haysiyetli çizgide olduklarının bir göstergesi değil miydi?
“Küresel Piramit”in en tepesinde tertiplenen madalya töreni!
(Sn. Erdoğan ABD’ye gittiği kadar Erbakan’ın evine ve sohbetine gitseydi, hırsına yenilmezdi!)
1994’te RP Beyoğlu İlçe Başkanı’yken o dönem ABD Ankara Büyükelçisi olan Morton Abramowitz tarafından keşfedilen ve kendisiyle birçok kereler kamuoyundan gizli görüşmeler yürüten Tayyip Erdoğan’ın, sonraları ABD yollarına düşerek neredeyse yılda iki kez ABD’ye gitmeyi âdet haline getirmesinin arkasında da bu önemli başlangıç yatmaktadır.
Zira İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevinin öncesinde ve sonrasında birçok kez bir araya gelen ikilinin bu özel görüşmeleri; “küresel tefeci ve efendiler” önünde görücüye çıkan Erdoğan’ı ABD Yolları’na düşmeye mecbur bırakmıştır.
Amerika’ya ilk kez 17-21 Nisan 1995’te giden Erdoğan, ardından “küresel seferler”ini sıklaştırarak 17-22 Kasım 1996, 20-23 Aralık 1996 tarihlerinde ve cezaevine girdiği 26 Mart 1999 tarihinin hemen öncesinde de birer ABD ziyareti yapmıştır.
Ayrıca AKP’nin kuruluş çalışmalarının hız kazandığı 16 Temmuz 2000 tarihinde de ABD’yi ziyaret etme gereği duyan Erdoğan’ın bazı “önemli ziyaretler”de yanında bulundurmayı tercih ettiği isim ise tahmin edilebileceği üzere Çevik Bir’dir... (Nerede o “ihanet”in hesabını soran Genelkurmay Başkanı?)
Hidayeti kararıp, hıyanete yolculuk eden bir “Müslüman”ın tehlikeli gidişi!
Bu önemli ziyaretlerin bazı adresleri ise şöyledir; ilerleyen süreç içinde Erdoğan-Çevik Bir İkilisi’ne “üstün hizmet madalyası” neviinden bir ödül takan JINSA (Yahudi Milli Güvenlik İlişkileri Enstitüsü) ve Amerikan Jewish Commite (Amerikan Yahudi Komitesi) olmaktadır.
Bu iki kuruluşun üstünde yer alan NSA (Beyaz Saray’ın Ulusal Güvenlik Örgütü) ve NSA ile eşit statüde bir resmi devlet kuruluşu olup ABD Gladyosu’nun beyin takımını bir araya toplayan bir örgütlenme olan USIP’te (Birleşik Devletler Barış Enstitüsü) görevli yetkililer ise yine Erdoğan’a yakından ilgi duymaktadır.
USIP’in CIA ve Pentagon ile irtibatlı olan; bünyesinde generaller, diplomatlar ve bilim adamları bulundurarak İsrail’in askeri, siyasi ve ekonomik güvenliğini öncelikli hedef olarak gözeten bir devlet kuruluşu olduğu göz önüne alınacak olunursa; Erdoğan ve ekibinin hızla basamakları tırmanan başarı grafiği ile iktidara geldikten sonra sergiledikleri “siyon merkezli politikalar”ı anlayabilmek şüphesiz daha kolay olacaktır…
Ayrıca Erdoğan’ın İsrail’i “devlet terörü” yapmakla suçladığı ve “kendi yolu” açısından son derece “talihsiz” olan bu açıklamanın, daha sonra kendisini Bush’tan randevu alabilmek için öncelikle İsrail Toprakları’nı arşınlamak zorunda bırakışı da hatırlanacak olursa; Erdoğan’ın özellikle de 1 Mart Tezkeresi sonrasındaki süreç içinde mahrum kaldığı “küresel bonuslar”ın ne hikmet taşıdığı daha iyi algılanacaktır…
Türkiye’yi rüşvet veren bir “Siyaset Oyuncağı”nın beklenen akıbeti!
Çok genel satırbaşları ile Erdoğan Gerçeği’nin ne olduğuna işaret etmeyi amaçlayan bu veriler eşliğinde çok net olarak söylenebilir ki; Milli Görüş bünyesinde beslenmiş olan ve Erbakan’a hıyaneti karşılığı sivriltilmiş olan Erdoğan; siyasi geçmişi boyunca, şahsi internet sitesinde “Siyasetin tek limanı ahlâktır!’’ demekle birlikte düstur edinilmesi gereken bu özlü sözün yakınından dahi geçmemiştir!
Zira; Türkiye’nin üzerine basıp geçerek Ortadoğu Coğrafyası’na yayılmak isteyen “küresel baronlar’’ın önünde gerdan kırarak puan toplamaya çalışırken; iyi oynadığı “Halk Adamı Tayyip’’ rolü ile millete kurtuluş umudu olan da…
Kamuoyundan gizli yaptığı “küresel pazarlıklar’’la güçlendikçe bıyık altından sırıtan da…
Siyasi kariyerine enjekte edilen “küresel proteinler’’ eşliğinde serpildikçe çiftçiyi, köylüyü azarlayıp haddini aşan da…
Kasımpaşalı imajını siyasi icraatlarına da bulaştırıp, hamlığı ve vatanına olan sadakatsizliği üzerinden gövde gösterisi yapmaya çalışan da…
Bugün artık önünde diz çöktüğü “küresel güç odakları’’nın, hatta Katar Emiri ve İsrail muhibbi Aliyev gibi 3. sınıf piyonların stratejilerine bağımlı hale gelip Türkiye Cumhuriyeti’ni var eden milyonlarca şehit ve şehit yakınının ahını alan da RECEP TAYYİP ERDOĞAN’dır!
Aslında dışarı yansıyanlara göre, bir ara yakın çevresine; “Benim sonum Menderes’inkinden beter olacak!’’ şeklinde pek de üstü kapalı olmayan itiraflarda bulunan T. Erdoğan; oynadığı tehlikeli oyunun kendisini nasıl bir sona doğru sürükleyeceğini çok iyi biliyor olmakla birlikte, yarı beline kadar içine battığı bu aşağılık senaryoyu çaresiz devam ettirmeye çalışmaktadır. Tekrar hatırlatıyoruz; son ve tek çaresi yeniden Milli Görüşe-Milli Çözüme dönüş yapmasıdır.
En yalın ifade ile Erdoğan’ın en büyük hatası; kendisine vadedilenlerin parlaklığı ile kamaşan gözlerinin, kendisini yönlendirenler ve etrafını alan sözde danışmanlar eşliğinde tertiplenen organize tuzağı layıkıyla fark eden ferasetten mahrum olmasıdır.
Onun bu belaya bulaşmadan önce gördüğü yegâne şey “başbakanlık koltuğuna oturmuş bir Tayyip fotoğrafı’’ olmuş ve bu buram buram intikam kokan etkileyici fotoğrafın cazibesi eşliğinde attığı hipnotize adımların; ne yeterince bilincine varmış, ne de bu hamlelerin acı sonunu algılamıştır.
Etrafını alan bu “küresel zincir’’in kendisinden neler talep edebileceğini anlayıp işin kendisini fersah fersah aşan boyutlarını yavaş yavaş algılamaya başladığında ise; iş işten çoktan geçmiş, ok bir kere yaydan çıkmıştır.
ABD ve AB üzerinden takip ettiği politikalarla iyice içinden çıkılmaz bir hale getirdiği Kuzey Irak meselesi ve PKK Terörü karşısında ne yapacağını şaşırıp, “Ne aracıyız ne aydın!’’ diyerek teröre oluk gibi kan akıtmış bir Türkiye’ye akıl vermeye çalışan kuryelerden fikir almak zorunda bırakılması da yine kendi ördüğü çorapların bir çıkmazıdır.
Hatırlayınız, akabinde yaptığı Diyarbakır gezisi ise neredeyse Misak-ı Milli sınırları dışında yer alan yabancı ülkelerden birine yapılan bir ziyarete dönüştürülmüş ve eli kolu uzun Sorosçular’ın sıkıştırmaları ile “Kürt Sorunu’’ ifadesini devlet literatürüne sokmayı başaran Tayyip Bey, PKK ve PKK uzantısı olan çevrelerce sempati toplamış, ancak “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” misali AKP’nin 4. Yaş Kutlamaları’nda yaptığı konuşmada da kan üzerinden siyaset yapmanın ne kadar aşağılıkça bir şey olduğuna vurgu yapmaktan sakınmamıştır.
Ancak şurası bir gerçektir ki; Kıbrıs’taki KATİL RUM’ları bazı HAİN ERMENİ ASALA’cıları ve asıl bunları kışkırtan masonik odakları ve şimdi HDP karşıtlığı üzerinden meşruiyet ve muzafferiyet hesapları yapsa da aslında KALLEŞ PKK’yı tepemize çıkarıp hem kendini hem de ülkeyi gittikçe daha fazla çarşafa dolayan Erdoğan; “bir yalan söyleyip sonra ona kendisi de inanan adam’’ misali, gözünü kulağını kapayıp siyaset kazanı içindeki iddiasını sürdürme yoluna da gitse, orasından burasından çekiştirilip kendisine Cumhurbaşkanlığı yolunu açsa da, Yeni Anayasa ile Çankaya’ya veya AK SARAY’a çıkma şansını tekrar yakalasa da; bu ülkeye yapılan kötülüklerin bedelini kesinlikle ödemekten kurtulamayacaktır! Hatta, halk gafil ve gayretsiz davransa da, Cenab-ı HAKK mutlaka intikamını alacaktır!
Bu “hesaplaşma’’ Yüce Divan kanalıyla mı olur, “Siyasete devam!’’ diyen Erdoğan’a üzerinden prim yaptığı Türk Halkı’nın şuurlanıp, hıyanetin farkına varıp indireceği Osmanlı Tokadı ile mi olur, yoksa tamamen “bambaşka metotlar’’ üzerinden bir hesaplaşma mı yaşanır… Veya 21 yıl altını oydukları enkaz, ülkemiz, milletimiz ve devletimiz zarar görmeden kendi başlarına mı yıkılır, bilinmez ama; o hesaplaşma bir gün mutlaka yaşanacaktır!..
İktidara geldiği ilk günlerde “Zafer sarhoşu olmayacağız!’’ şeklinde halkın gönlünü okşayıp güven telkin eden açıklamalarla yıldızını parlatan Erdoğan; yazık ki janjanlı bir siyaset koltuğunun içinde eriyip tükenmeye ve tüm milli ve manevi değerleri eritmeye başlamıştır.
Ve bu yok oluş; toplumsal düzlemde sık sık dile getirilir olan ve gün be gün büyüyen “dip dalgası’’na iştirak edenlerce yakinen görülmektedir!
“Saf duygularla oy verdikleri Tayyip’in, hangi amaçlara hizmet ettiğinden bihaber olmakla birlikte ‘vatanın bölünmez bütünlüğü’nü her şeyin üzerinde tutan HALK ise; kendisinin gözünü boyamak için türlü dolaplar çevrilerek Aziz Şehitlerin kanları üzerinde yükselen bu Yüce Devlete yapılan ihaneti inşaallah fazla uzak sayılmayacak bir süreç içinde öğrenerek, böylesi şuursuz, sorumsuz ve onursuz bir gidişata Devlet-Millet kaynaşmasıyla son verecektir.”[1]
İşte bu nedenle diyoruz ve davet ediyoruz ki, Sn. Erdoğan; samimiyetle, imani ve insani bir cesaretle tevbe etsin… Bütün yanlışlıklarını, yıkımlarını ve hangi tuzaklara kapıldıklarını itiraf etsin… Bu kutlu gaye ve gayretle yeniden ve gerçekten Milli Görüşe ve Milli Çözüme döndüğünü ilan etsin… Adil Düzen ve İslam Birliği projelerine dört elle sarılıp Allah’a güvensin. Böylece hem Ülkemizi ve Milletimizi, hem de kendilerini ve çevresini yaklaşmakta olan büyük felaketlerden koruyup kurtarıversin… Böyle yaptığı takdirde, en içten ve en yüksek perdeden savunup sahip çıkacağımızı bilsin!..
Aksi halde, görünüşte kazanılan bu başarı balonları, gazap bulutlarına dönüşecektir. Evet; uçurumun kenarında bile, felaketi fark edip son bir hamle ile kişinin geri çekilmesi bir marifet ve meziyet sayılabilir. Ama uçurumdan aşağı düşerken duyacağı pişmanlığın hiçbir faydası görülmeyecektir. İşte Ahkaf Suresi 24 ve 25. ayetleri de bu acı akıbeti haber vermektedir;
“Derken, onu (azabı ve yıkımı) kendi vadilerine doğru yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, (işte herhalde) "Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur" demişlerdi. (Ve boşuna sevinmişlerdi. Zaferi ve izzeti; İslami cihadda değil, zalim güçlere yaranmakta arayanların boş umutları ve kuruntuları, rahmet zannedilen musibet bulutları gibidir.) Hayır o, kendisi için acele ettiğiniz (felaket olayıdır. Bu öyle) bir rüzgârdır ki (zafer ve bereket sanıldığı halde;) onda acı bir azap (ve yıkım) vardır. (Ve sizi kum fırtınasıyla boğacaktır!)
O, Rabbinin emriyle her şeyi yerle bir eden (bir âfattır). Böylece (o korkunç kasırga yüzünden) meskenlerinden başka, hiçbir şey(leri) görünemez duruma düşmüş (ve perperişan olmuşlardı). İşte Biz, suçlu-günahkâr bir kavmi böyle cezalandırırız.”