Zamanla tüm okulların tam gün eğitime geçecek olması Sayın başbakandan bir müjde olarak gelse de bunun beraberinde İngilizce ve diğer yabancı dillerin sınıflara yayılması ve beşinci sınıfta sadece yabancı dil ve Türkçe dersinin olması bir eğitimci olarak beni ileriye dönük endişeye sevk etti.
Eğitim bir ülkenin gelişmesine vesile olacak en önemli unsur olmasına karşın üzerinde en fazla oynanan bakanlık Milli eğitim Bakanlığı ve yine üzerinde en fazla oynanan yönetmelik ve mevzuat da yine Milli Eğitim Bakanlığı mevzuatlarıdır.
Gençlerimizin adeta bir deneme tahtasına dönüşmüş olmasını yıllardır seyretmekle yetiniyoruz. Buna sebep tabi ki öncelikle sürekli değişen sistem ama velilerin de bu konuda ki yadsınamayacak etkisini de görmezden gelemeyiz.
Okul öncesi dönemde çocuklarını adeta yarış atına çeviren velilerin, yaşı daha 3 yaşında olan çocuklarından akademik bir eğitim bekleyen çokbilmiş anne babaların, ülkemizde yabancı dil eğitiminin yanlış bir sistemde veriliyor olduğunu bas bas bağırmamıza rağmen daha 2 yaşında çocukların İngilizce öğrenmeleri konusunda ısrarcı velilerin vay haline.
İlkokul döneminde yapılan bariz hataları sıralamak gerekirse de ;
İlk hata çocuk okuldan gelir gelmez onu dersin başına oturmaya zorlamaktır. Dinlenmesi için hiç fırsat vermeden, hemen ödevini yapmaya zorlamak çocuğun ödeve karşı antipati duymasına, kötü duygular beslemesine neden olur. Bazı anneler sanki çocuk ödevi olduğunu, ders çalışması gerektiğini düşünemeyecekmiş gibi masanın başına oturtana kadar çocuğa sürekli çalışması gerektiğini hatırlatırlar. Çocuk hiç dinlenmeden ödeve başlatılırsa ödevden de oyundan bir tat alamaz. Halbuki çocuk okuldan geldikten sonra belli bir süre serbest bırakılsa, rahat bir nefes alsa daha verimli bir çalışma yapacaktır.
Yapılan hatalardan birisi ailelerin çok yüksek motivasyonlu olmaları ve çocuğa devamlı çok başarılı olmasını beklediklerini hissettirmeleridir. Ailedeki yüksek beklenti düzeyine ulaşamayan çocuk ne yaparsa yapsın ailesini memnun edemez. Bu nedenle "Nasıl olsa ben annemi ve babamı memnun edemeyeceğim" deyip yenilgiyi baştan kabul eder hiç çalışmamaya başlar. Aslında yeterince zeki olan çocuk, "yapamam, başaramam" duygusuna yenildiği için başarısız olur.
Prof.Dr.Nevzat Tarhan’ın da bir röportajını okuduğumda sevgi ile alakalı yapmış olduğu açıklama ve verdiği örnek çok düşündürücüydü.
Çok başarılı bir öğretmen emekli olurken genç bir meslektaşı kendisine başarısını neye borçlu olduğunu sormuş, başarılı öğretmen şöyle cevap vermişti: "Öğrencinin başarılı olabilmesi için dersi sevmesi, dersi sevebilmesi için öğretmeni sevmesi, öğretmeni sevebilmesi için de öğretmenin öğrenciyi sevmesi gerekir. Öğrenciyi seversen ona öğretmek daha kolay olur." Gerçekten de sevginin çocukları etkileyici bir gücü vardır. Bu gücü kullanabilmek için öğrenciye değer vermek gerekir. Öğrenciyi azarlayan, aşağılayan, hata yaptığı zaman yerin dibine batıran, arkadaşları arasında küçük düşüren öğretmen modeli bu çağın modeli değildir.
Ne yazık ki hâlâ öğrencileri aşağılayan, kaba kuvvet uygulayan öğretmenlere rastlayabiliyoruz. Hâlbuki çocukta korku duygusu yerine sevgi duygusunu harekete geçirerek öğretmek çok daha kolaydır. Öğretmen öğrenciye sevgiyle yaklaştığı zaman çocuğun beyni öğrenmeyle ilgili bir mutluluk kimyasalı salgılar ve öğrenme kalıcı hale gelir."
Öğretmenlerimizin sevgi dolu olmasını beklerken aynı hassasiyetleri velilerden de beklemek bir eğitimci olarak hakkımızdır diye düşünüyorum. Herkes kendi işini yapmalı bence. Yok’’ ben mutfak işlerimden arda kalan zamanlarımda öğretmenlik yapmak istiyorum’’diyorsan da alacaksın çocuğunu açık liseye verip ona öğretmenlik yapacaksın.
Keşke dememek için herkes kendi işini yapmalı ve eğitimcilerin işine karışılmamalı.