“Mahkememiz OHAL KHK’larını denetleme yetkisine sahip olmadığına karar vermiştir”
Anayasa koyucunun lafzı, anlamı ve amacı bakımından açık bir şekilde düzenlediği kuralları yorum yoluyla değiştirmenin esasen mahkeme eliyle anayasa değişikliği yapmak anlamına geleceğini kaydeden Arslan, “Bunun da yargısal aktivizm ve meşruiyet tartışmalarına yol açacağı her türlü izahtan varestedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesinin ‘hak eksenli’ yaklaşımının anayasal sınırlar içinde kalarak ve yargısal aktivizme tevessül etmeden temel hak ve hürriyetleri koruması şeklinde anlaşılması gerekir. Bu çerçevede söz gelimi Anayasa Mahkemesinin görev yetkilerinin düzenlendiği Anayasa’nın 148. maddesinde Olağanüstü Hal'de çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin şekil ve esas bakımından Anayasa’ya aykırılığı iddiasıyla Anayasa Mahkemesinde dava açılamayacağı açıkça belirtilmiştir. Mahkememiz de bu açık anayasal hüküm ve yukarıda ifade edilen ilkeler karşısında OHAL KHK’larını denetleme yetkisine sahip olmadığına karar vermiştir” diye konuştu.
“15 Temmuz darbe teşebbüsüne rağmen 2016 yılında karara bağladığımız bireysel başvuru sayısı, 2015 yılındakinden daha fazladır”
Anayasa Mahkemesine yapılan bireysel başvuruları sonuçlandırma oranındaki yükselişe dikkat çeken Arslan, “Anayasa koyucunun söz konusu kararnamelere ilişkin yargısal denetimi parlamento onayından sonra öngördüğü anlaşılmaktadır. Nitekim Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilerek kanunlaşan bazı OHAL KHK’ları hakkında Anayasa Mahkemesine iptal davaları açılmış, bu davalarda ilk inceleme aşamaları tamamlanarak incelemeye geçilmiştir. Sayın Cumhurbaşkanım, malumları olduğu üzere Türk anayasa yargısındaki en önemli değişikliklerden biri 2010 Anayasa değişikliği ile Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruları inceleme görevinin verilmesidir. Mahkememiz bugüne kadar bu görevi özenle etkili bir şekilde yerine getirmiş, bu durum uluslararası alanda da teyit edilmiştir. Geçen yılki konuşmamda memnuniyetle ifade ettiğim gibi gelen başvuruları sonuçlandırma oranı her yıl artmıştır. 2013 yılında yüzde 50 olan bu oran 2014 yılında yüzde 53’e, 2015 yılında ise yüzde 77’e yükselmiştir. Gelen başvuruları sonuçlandırma oranı 2016 yılı Temmuz ayına kadar artarak devam etmiş ve yüzde 85’e yükselmiştir. Hedefimiz 2016 yılı sonunda bu oranı yüzde yüze çıkarmak iken 15 Temmuz darbe teşebbüsü yaşanmıştır. Buna rağmen 2016 yılında karara bağladığımız bireysel başvuru sayısı, 2015 yılındakinden daha fazladır” ifadelerini kullandı.
“Avrupa’da son dönemde alınan bazı kararların insan haklarıyla bağdaştırılması mümkün değildir”
Konuşmasında özellikle Batı'da yükselen yabancı düşmanlığına değinen Arsalan, “Bilindiği gibi Avrupa’da birçok Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan yoğun insan hakları ihlallerine ve bu ihlallere sebep olan totaliter rejimlere tepki olarak kurulmuşlardır. Söz konusu mahkemelerin varlık nedeni, temel hak ve özgürlükleri korumaktır. Bu tarihsel gerçeklere rağmen ve geçtiğimiz yüzyılda yaşanan onca savaş, katliam ve sistematik hak ihlallerinden sonra geldiğimiz noktada aynı akıl ve vicdan tutulmasını yaşamak büyük bir trajedi olsa gerek. Daha da vahimi, toplumsal ve siyasal alanda zemin bulan yabancı düşmanlığının ve İslamofobi'nin izlerinin yargıya da sıçramasıdır. Bu kapsamda ulusal ve uluslararası yargı organlarının özellikle başörtüsüne ilişkin yasakçı kararları dikkat çekicidir. Bir yandan mültecilere kapılarını kapatan, onları içeri alınmaması gereken zararlı unsurlar olarak gören, diğer yandan da başörtüsünü kamusal ve toplumsal alandan dışlayan bu yaklaşımın Avrupa’nın temel değerlerinin başında gelen insan haklarıyla bağdaştırılması mümkün değildir” diye konuştu.
“Avrupalının vicdanı huzurlu değildir”
Avrupa’nın mülteci ve göçmen politikasını eleştiren Arslan, şunları kaydetti:
“Gitgide yaygınlaşan ve her geçen gün yeni örnekleriyle karşılaştığımız bu dışlayıcı yaklaşım, 'sınırlarımızdan içeri giren yabancılara bir hayırseverlik gereği değil, sahip oldukları misafirperverlik hakkı gereği düşmanca muamele yapmama yükümlülüğümüz bulunmaktadır' diyen Immanuel Kant’ın kemiklerini sızlatacaktır. Aynı şekilde 'öteki' olarak gördüklerine yönelik sorumlulukları yerine getirmeyen bu tavır, 'Avrupa’ya özgü olan modernlik saatinde, Avrupalının vicdanı huzurlu değildir. Bu, süre giden binyılların da sonundaki vicdan rahatsızlığıdır' diyen Emmanuel Levinas’ın ruhunu muazzep kılacaktır. Bu önemli meselenin kaynağında hiç kuşkusuz 'öteki’ ile sağlıklı bir ilişkinin kurulamaması yatmaktadır. Bu nedenle yaşanan küresel vicdan rahatsızlığını gidermenin yolu, başkasını da insan olarak görmek ve insan haklarının aynı zamanda 'ötekinin hakları' olduğunu kabul etmekten geçiyor. Bu da insanı 'eşrefi mahlukat' olarak gören bir anlayışı benimsemeyi ve özümsemeyi gerektirmektedir.”
“Umarım insanlık Aliya İzzetbegoviç’in evrensel mesajına kulak verir”
Aliya İzzetbegoviç’i hatırlatan ve onun eşrefi mahlukat anlayışını öven Arslan, “Aslında bu anlayışın öncülüğünü yapan bir düşünürü ve devlet adamını hepimiz tanıyoruz. Bu kişi merhum Aliya İzzetbegoviç’tir. Avrupa’nın merkezinde dünyanın gözleri önünde halkı katledilirken yakıcı ve yıkıcı bir savaşın tam ortasında Aliya şöyle sesleniyordu; ‘İnsan olmak ve insan kalmak, Allah’a ve kendimize karşı sorumluluğumuzdur.’ Aliya bütünüyle ahlaki olarak nitelediği 'insan olmak ve insan kalmak’ kavramını politik dile de çevirmiş, bu kavramın ‘hiç kimsenin dininden, ulusal kimliğinden ya da politik inancından dolayı zulme uğramayacağı ve bunun temel yasa olarak kabul edildiği hukuka uygun devlet'e tekabül ettiğini belirtmiştir. Kısacası ‘insan olmak ve insan kalmak’ kavramı, siyasi dilde çoğulcu demokratik hukuk devleti olarak formüle edilmiştir. Bu kavramın ‘insan kalmak’ boyutu en hassas durumlarda bile hukuktan, hukukun üstünlüğünden ayrılmamayı ifade etmektedir. Umarım akıl ve vicdan tutulması yaşayan, bu nedenle de yeni vicdan rahatsızlıklarına mahkum görünen insanlık Aliya İzzetbegoviç’in bu evrensel mesajına kulak verir” ifadelerini kullandı.