KUDÜS (AA) – MUSTAFA DEVECİ - Dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour'un, 2 Kasım 1917'de siyonizmin ünlü hamisi Lord Rothchild'e gönderdiği ve "Balfour Deklarasyonu" olarak bilinen mektup, Yahudilerin Filistin toprakları üzerinde bir İsrail devleti kurma hayallerini gerçekleştirmeleri için atılan en önemli adımlardan biri olarak gösteriliyor.
İsrail devletinin kurulmasına giden süreçte en önemli kilometre taşı olarak gösterilen 67 kelimelik Balfour Deklarasyonu, bir milletin vatanının nasıl elinden alındığını gözler önüne seren en iyi örneklerden biri.
Birinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru Filistin'i himayesi altında tutan Osmanlı Devleti birçok cephede mücadele etmesi sebebiyle yorgun düşmüştü.
Bunu fırsat bilen İngilizler ve Fransızlar, Filistin'in de aralarında bulunduğu Osmanlı topraklarını kendi aralarında paylaşma planı yaptı.
İngilizler ve Fransızların anlaşmazlığa düştükleri tek konu ise tarihi Filistin topraklarının kimin olacağıydı.
Sonunda iki güç Filistin'in uluslararası bir yönetim tarafından idare edilmesine karar verdi. Ancak İngilizler, özellikle Birinci Dünya Savaşı'nı kazanmak için Yahudilerin desteğinin hayati öneme sahip olduğunu düşünerek Filistin topraklarını bir nevi rüşvet olarak verdi.
Eski İngiltere Dışişleri Bakanı Balfour, siyonizmin hamisi Rothchild'e 2 Kasım 1917’de gönderdiği mektupta, “Majestelerinin hükümeti, Yahudilere Filistin'de bir yurt tesisi fikrini hararetle desteklemektedir. Bu maksatla her ne gerekiyorsa yapılacaktır." cümleleriyle İsrail'in kurulmasına İngiltere'nin vereceği desteği açıkça ifade etti.
İngilizler, bu mektuptan kısa süre sonra 9 Aralık 1917'de 401 yıl boyunca Osmanlı himayesinde kalan Kudüs'ü işgal etti.
Dönemin İngiltere Başbakanı David Lloyd, Kudüs'ün işgalini "İngiliz halkına Noel hediyesi" olarak nitelendirdi.
Tarihi Yafa kapısından Kudüs'e giren İngiliz komutan General Edmund Allenby'in "Haçlı Savaşları'nın artık nihayete erdiğini" söylediği rivayet edilir.
İngilizler Yahudilerin Filistin'e yerleşmesine göz yumduFilistin topraklarını işgal eden İngilizler, dünyanın dört bir yanından gelen Yahudilerin bölgeye yerleşmesine göz yumdu.
İngiliz işgalinin başladığı 1917'de Filistin topraklarındaki nüfusun yüzde 92'sini Müslümanlar ile Hristiyanlar oluştururken, Yahudilerin nüfusu ise sadece yüzde 8'di.
İngilizlerin desteğiyle Filistin'deki Yahudilerin toplam nüfusa oranı 1947'de yüzde 33'e kadar yükseldi.
Kesin olmamakla birlikte 1917'de tarihi Filistin topraklarındaki Yahudi nüfusunun 60 bin civarında olduğu belirtilirken, Yahudi göçleriyle bu sayı İsrail'in bağımsızlığını ilan ettiği 1948'de 800 bini aştı.
BM'nin Filistin topraklarından yarısından fazlasını Yahudilere veren "taksim" planıBalfour Deklarasyonu'nun yayınlandığı 1917'de Filistin'de yaşayan Yahudiler buradaki toprakların sadece yüzde 3'üne hakimken, aşırı Yahudi göçüne rağmen 1946’da bu oranın yüzde 6 olduğu ifade ediliyor.
Yahudiler ile Araplar arasında yaşanan çatışmalar nedeniyle Filistin'i yönetemez hale gelen İngilizler, 1947'de konuyu Birleşmiş Milletler'e (BM) taşıdı.
BM konunun çözümü için Filistin komisyonu kurulmasına karar verdi.
Bir süre sonra çalışmalarını tamamlayan komisyon, Filistin topraklarının taksim edilmesi planını BM'ye sundu.
BM'nin 29 Kasım 1947'de kabul ettiği plana göre, Filistin topraklarının yüzde 55'lik kısmı Yahudilere, yüzde 45'lik kısmı Araplara bırakılırken, Kudüs ise BM kontrolünde kalacaktı.
Tarihi Filistin topraklarının 1946'da sadece yüzde 6'sını elinde tutan Yahudiler, pastadan kendilerine verilen büyük dilimi kabul ederken, Araplar bu taksim planına haklı olarak karşı çıktı.
İngiliz askerlerinin Mayıs 1948'de Filistin topraklarından çekilmesiyle Yahudiler İsrail devletini kurmak için aradıkları fırsatı bulmuş oldu.
İngilizlerin Filistin'deki manda yönetimine son vermesiyle 14 Mayıs 1948'de İsrail'in ilk başbakanı David Ben Gurion, beraberindeki 25 kişiyle Tel Aviv Müzesi'nde İsrail'in Bağımsızlık Bildirgesi'ni dünya kamuoyuna ilan etti.
Dönemin ABD Başkanı Harry S. Truman, bildirgenin yayımlanmasından saatler sonra gasbedilen Filistin toprakları üzerinde kurulan İsrail'i tanıdıklarını duyurdu. Böylece, İsrail'i tanıyan ilk ülke ABD oldu.
İsrail'in bağımsızlığını ilan etmesi, günümüze kadar gelen Filistin meselesinin de başlamasına neden oldu.
İsrail'in bağımsızlığını ilanından kısa süre sonra Mısır, Suriye, Ürdün ve Lübnan'ın aralarında bulunduğu bazı Arap ülkeleri 15 Mayıs 1948'de İsrail'e savaş ilan etti.
Ancak savaşı kazanan İsrail, Batı Kudüs'ün de aralarında bulunduğu Filistin topraklarının bir kısmını işgal etti.
Savaşın ardından İsrail, işgal ettiği yerlerle birlikte Filistin toprakları üzerindeki kontrolünü yüzde 78'e çıkardı.
Ortadoğu barışının önündeki en önemli engel olarak görülen Filistin-İsrail çatışması ilerleyen yıllarda daha da içinden çıkılmaz bir hal aldı.
İsrail, Haziran 1967’deki "Altı Gün Savaşı"nda Doğu Kudüs'ü ve Batı Şeria'yı işgal etti.
Filistin nüfusunun yarısından fazlası mülteci konumuna düştüUluslararası camianın İsrail'in Filistinlilere yönelik ihlallerine karşı üç maymunu oynaması, işgalin daha da genişlemesine neden oldu.
Doğu Kudüs ve Batı Şeria'yı adım adım ele geçiren İsrail, buralara yasa dışı Yahudi yerleşim birimleri inşa ederek Filistin'deki nüfus dengesini lehine çevirdi.
Bugün itibarıyla Batı Şeria'da 250'ye yakın, Doğu Kudüs'te ise 18 yasa dışı Yahudi yerleşim birimi mevcut.
İşgal altındaki Batı Şeria'da 500 bine yakın, Doğu Kudüs'te ise 220 bin Yahudi, kurulan bu yasa dışı yerleşim birimlerinde yaşıyor.
İsrail bir taraftan dünyanın dört bir yanından gelen Yahudi yerleşimcileri Filistinlilerin topraklarına yerleştirirken, diğer yandan da milyonlarca Filistinliyi zorla vatanlarından çıkardı.
Kuruluşundan bu yana İsrail, zorla topraklarından çıkardığı 6 milyona yakın Filistinliyi mülteci durumuna düşürdü.
Bu mültecilerin 1,3 milyona yakını abluka altındaki Gazze'de, 800 bine yakını ise işgal altındaki Batı Şeria'da yaşarken, geri kalan Filistinli mülteciler ise komşu ülkeler Suriye, Lübnan ve Ürdün'de bulunuyor.
Filistin'in bugünü Balfour'un acı reçetesini ortaya koyuyorYayınlanmasının üzerinden 101 yıl geçen Balfour Deklarasyonu sayesinde kurulan İsrail, halihazırda tarihi Filistin topraklarının yüzde 78'ini ele geçirmiş durumda.
Geriye kalan yüzde 22'lik kısım ise Gazze Şeridi hariç İsrail'in işgali altında.
İsrail, her geçen yıl yeni yasa dışı Yahudi yerleşim yerleri inşa ederek veya mevcut yerleşim yerlerini genişleterek Batı Şeria'daki işgalini pekiştiriyor.
Balfour öncesi Filistin'deki nüfus dağılımı ile bugünkü nüfus dağılımı bir milletin vatanlarından nasıl koparıldığını gözler önüne seriyor.
Deklarasyonun yayınladığı 1917'de tarihi Filistin topraklarındaki Yahudilerin nüfusu tahmini 60 bin civarındayken, bugün bu rakam 6,5 milyonu aşmış durumda.
Balfour öncesi tarihi Filistin topraklarındaki Müslüman ve Hristiyan Arapların nüfusu, 731 bin iken halihazırda bu rakam İsrail'in sınırları içerisinde yaşayanlarla birlikte 6 milyonun biraz üzerinde.
Tarihi Filistin'deki Yahudilerin sayısı bir asırda 100 kattan fazla artarken, Arapların nüfusunun 10 kat bile artmaması bölgedeki demografik yapının nasıl bozulduğunu ortaya koyuyor.
Trump yeni bir Balfour peşindeFilistinliler bir asırdır Balfour'un doğurduğu sonuçların altında ezilirken ABD Başkanı Donald Trump da Filistin-İsrail çatışmasına kendince "çözüm bulmak" için uzun zamandır bir plan üzerinde çalışıyor.
"Yüzyılın Anlaşması" diye nitelenen planı yakında açıklayacağını dile getiren Trump'ın bu planla yeni bir Balfour faciasına imza atmasından endişe ediliyor.
Trump'ın planının detaylarına ilişkin uluslararası basında yer alan haberlere göre, Yüzyılın Anlaşması'nın Filistin meselesini çözmekten ziyade daha da derinleşmesine sebep olacağı yorumları yapılıyor.
Söz konusu planın Kudüs'ün tamamının İsrail'e bırakılması, Batı Şeria'daki yasa dışı Yahudi yerleşim birimlerinin büyük bölümünün varlığını sürdürmesi gibi Filistinlilerin aleyhine olan maddeler içerdiği belirtiliyor.
İsrail tarafından yerlerinden edilen 6 milyona yakın Filistinli mültecinin geri dönüş hakkı konusuna yer verilmediği dile getirilen planın, Filistinli mültecilerin vatanlarına dönme hakkını da görmezden geldiği ifade ediliyor.
Filistin tarafına birtakım maddi yardımlar ile Kudüs’ün kenar mahallelerinden birinin başkent olarak önerildiği belirtilen planın tarihe "ikinci Balfour vakası" olarak geçebileceği kaydediliyor.