Bu köşe yazımda üç önemli konuya temas edeceğim. Türkiye gündeminde fazlasıyla konuşulan, fakat tırnak içinde söylemek gerekirse konuşulmaması gereken konular.
Yazıdaki ilk gündem maddemi ‘Boğaziçi’nde neler oluyor?’ sorusu olarak belirledim. Temas edeceğim diğer konu ise İlker Başbuğ’un kitabının tanıtım gününde yaptığı açıklama, son olarak vurgulayacağım mesele de Can Ataklı’nın sosyal medya hesabı üzerinden gerçekleştirdiği cüretkar ifadeler olacak.
Boğaziçi’nde Neler Oluyor?
Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından Boğaziçi Üniversitesi’ne yeni bir rektör ataması gerçekleştirildi. Rektör olarak atanan Melih Bulu, özellikle Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri olduğu iddia edilen gruplar tarafından eleştiri oklarının hedefi haline geldi.
Boğaziçi mensubu olan akademik personeller ve öğrencilerin bulunduğu bir grup toplu olarak açıklama yaptı. Gerçekleştirilen açıklamada Melih Buldu’nun kesinlikle rektör olarak kabul edilmediği vurgusu yapılırken ‘Biz kayyum istemiyoruz!’ ifadeleriyle yeni rektörü tanımadıkları deklare edildi.
Yapılan açıklamalar sonrası fitilin ucu ateşlendi ve özellikle üniversite içerisinde gösteriler ve eylemler düzenlenmeye başlandı.
Bu eylemelerin özellikle Cumhuriyet Halk Partisi teşkilatları ve İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu tarafından desteklenmesi olayın iyice büyümesine neden oldu.
Büyüyen taşkınlığı bastırmak için cansiparane mücadele veren emniyet mensubu polislere yapılan hakaret ve kara propagandayı da dile getirmek gerekiyor.
Eylemcilerin ağza alınmayacak hakaretlerine ‘katil polis’ sloganlarına rağmen görevini yapmaya çalışan polis teşkilatımızın ve kolluk kuvvetlerimizin her zaman yanında olduğumuzu vurgulamamız gerekiyor.
Ve gösteriler sonunda gözaltına alınan eylemcilerin bazılarının Marksist, Leninist Komünist gruplara dahil olduğu, bazılarının da öğrenci bile olmadığı ortaya çıkınca şüphelerimizde ne kadar haklı olduğumuzu gördük. Bu eylemlerin basit bir rektör protestosu olmayacağına iyice kanaat getirdik.
Rektörlük atamalarında sistemin her daim eleştiri konusu olduğu gerçeğini göz ardı etmiyoruz. Bundan önceki rektör atanması sisteminde üniversitede yapılan seçim sonrası belirlenen 3 kişiden 1 tanesi Cumhurbaşkanı tarafından atanarak görevine başlıyordu. Şimdi ise bilim insanları yani öğretim görevlileri tarafından bir seçim gerçekleştirilmeden direkt Cumhurbaşkanı kararı ile rektör atanıyor.
İlk sistemde rektörün genelde öğretim görevlisi daha fazla olan bölümlerden seçilmesi eleştiri konusu iken şimdi de direkt gerçekleştirilen rektör atamaları eleştiriliyor. Yani sistem değişse de eleştiriler bir bakıma aynı kalıyor.
İşte Türkiye’de akademi bu tür koltuk meseleleriyle meşgulken çok önemli bir şey göz ardı ediliyor. Göz ardı edilen kısım asıl üzerine konuşmamız gereken kısım.
Kısır tartışmalar içerisinde ‘o bizim bölümden’ , ‘bu bizle aynı ideolojiden’ , ‘şu bizim akrabamız’ gibi gerekçelerle birileri rektör olarak konuşulurken asıl önemli mevzu olan ‘akademik başarı’ hiç ağızlara alınmıyor. Akademik merkezler olan üniversitelerimizin çalışmalarına baktığımızda dünyadaki 100 üniversite arasında bile olmadığını görünce Boğaziçi’nde yapılan gösterilerin ne denli anlamsız olduğunu fark ediyoruz.
Akademik araştırmaların geçerliliğini, bilimsel sunumların bulgularını, araştırma konularının içeirklerini konuşmamız gerekirken biz hala neleri konuşuyoruz.
Pandeminin hayatımızın merkezine girdiği son dönemde harıl harıl bilim insanı aradık. Bize lazım olaran şey üreten bilim insanları.
Almanya’daki aşı çalışmalarında başı çeken Türk kardeşlerimizi gördükçe göğsümüz kabarmadı mı?
Peki o zaman neden bilimin merkeze alındığı gerçek tartışmalar yerine Boğaziçi’ndeki gibi son derece yüzeysel ve şiddet içerikli tartışmalar içerisinde debeleniyoruz?
Artık diyalog ile sorunlarımızı çözmeli, terör örgütlerini arka bahçesi yapan siyasi oluşum ve faaliyetlere prim vermemeliyiz. Marjinal örgütlerin başı çektiği eylemleri desteklemeyi düşünmemeliyiz.
Öğrencilerin üniversiteleri hakkında alınan kararlarda söz sahibi olmasını kimse eleştiremez. Bu demokrasinin doğal bir sonucudur. Fakat Boğaziçi’nde yaşanan olaylarda tam anlamıyla iktidara yönelik ayağa kalkma ve devlete karşı illegal bir protesto olarak kaşımıza çıkıyor.
Bu bize Gezi Olayları’nı anımsatıyor. O sebeple yapılan protestoları hiç de masum görmediğimi vurgulamak istiyorum.
İlker Başbuğ ne ima ediyor?
Kitabının tanıtımında İlker Başbuğ tarafından yapılan açıklamaya da muhakkak değinmek gerekiyor. Özellikle bu açıklamanın zamanı ve içeriği son derece manidar.
Tam olarak ifade etmem gerekirse Başbuğ Cumhuriyet gazetesine verdiği röportajda “Adnan Menderes, 25 Mayıs 1960 günü Eskişehir’de erken seçim tarihini açıklasaydı, 27 Mayıs askeri darbesi büyük bir olasılıkla önlenebilirdi” ifadelerini kullandı.
Bu ifadelerin bazı kişilere masum gelebileceğini düşünsek de içerisinde bulunduğumuz konjonktürde açıklamanın masumane olduğunu düşünmek oldukça safdillik olur. Çünkü şuan içinde bulunduğumuz 19 yıllık Ak Parti dönemi ve gündeme taşınmaya çalışılan erken seçim iddilarının arifesinde yapılan bu açıklama nasıl masum görülebilir soruyoruz.
15 Temmuz hain girişiminde vatandaşlarımız net bir şekilde gösterdi ki bundan sonra ne askeri ne de sivil bir otorite darbeye girişmeye cesaret edemeyecek. Eğer halka rağmen bazı üstenci gruplar bu hayalle yaşıyorsa bu sefer 15 Temmuz’dan da sert bir cevap alacaklarına şüphem yok.
Konumuza dönecek olursak, içerisinde bulunduğumuz dönemde özellikle eski genelkurmay başkanı tarafından bu tarz bir açıklama yapılmasının hiçbir gereği olmadığını ifade etmem gerek. Çünkü bu beyanat tarihi tartışmaktan ziyade günümüzdeki siyasi iktidara mesaj olarak algılandı.
Bizim şu aşamada yerli ve milli silah teknolojimizi, İHA’larımızı ve SİHA’larımızı konuşmamız lazımken, yine sığ ve içi boş gündemlerin içerisine çekildiğimizin farkında olmamız gerekiyor.
Demokrasinin yaşamımızın merkezinde olduğu 21. yüzyılda yapılan açıklamalarla ‘aba altından sopa göstermek’ kesinlikle yakışmıyor. Demokrasi uğruna yüzlerce şehit vermiş bu toprağın evlatlarının yapılan bu tarz güdümlü açıklamalara boyun eğmeyeceğine şüphemiz olmasa da bu konuların gündemde olmasından duyduğum rahatsızlık sebebiyle konuyu işledimi söylemem gerekiyor.
Can Ataklı ne demeye çalışıyor?
Yazımızın son kısmında artık üstü kapalı biçimde değil, alenen Recep Tayyip Erdoğan’ı hedef alan açıklamar yapan Can Ataklı’ya değinmek istiyorum.
Sosyal medya üzerinden video yayınlayan Ataklı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın görevi bırakmasının seçimle mümkün olmadığını söyledi. Büyük afetlerin yaşanması gerektiğini savunan Can Ataklı, “Darbe ihtimalini en az görenlerdenim. Darbe, hem de bugünün koşullarında darbe yapabilecek kabiliyet yok. Bana göre darbe yapmak çok zor. Tayyip Erdoğan’ın gitmesi için çok büyük bir halk öfkesinin olması lazım. Büyük bir doğal afet, büyük bir deprem, başka bir doğal felaket. Ama en korkutucu olan Türkiye’nin bir askeri başarısızlık elde etmesi” ifadelerini kullandı.
Şimdi bu açıklama sonrası her aklı selim sahibinin soracağı soru belli: NE GEREK VAR?
Bu açıklamaya ne gerek var? Meşru yollarla, halkın teveccühünü alarak ve seçimle gelmiş bir iktidarın muhatap olması gereken açıklama bu mu?
Demokratik ülkelerde konuşulmaması gereken şeyler bunlar.
İktidarlar eleştirilir ve sorgulanır fakat bu tarz reklam malzemesi, kara propaganda öznesi yapılamaz. Seçilmiş bir cumhurbaşkanına yönelik yapılan bu ifadeleri çok da ciddiye almamakla beraber Can Ataklı’ya yakıştıramadığımı söyleyerek yazımı noktalıyorum.
Not: Bu arada gündeme ilişkin video içeriklerimize ‘Necmi İnce’ YouTube kanalımızdan ulaşabilirsiniz.